Örgütlü Toplum

İnsanı diğer canlılardan ayıran özellik, doğa üzerindeki eylemlerinin doğayı kendi denetimine almayı amaçlamasıdır.

Üretim, insanın doğa üzerindeki eylemlerinin bilinçli bir biçimde düzenlenmesi, ona egemen olması, ondan yararlanması sürecidir, insan, bu süreçte doğayla olan ilişkisini toplu olarak gerçekleştirir. Bu nedenle, üretim sırasında insanlar arasında bazı ilişkiler ortaya çıkar. Üretim yapabilmek için insanlar birbirleriyle belirli bağlar kurarlar. İnsanları doğa üzerindeki etkileri, yani üretim, ancak bu toplumsal bağlar ve ilişkiler içerisinde gerçekleşebilir.

Kapitalist sistemde üretim ilişkilerinin bu niteliği kendisini egemen olma ve bağımlı olma ilişkisi biçiminde gösterir. Üretimde, birbirine benzer bir rol oynayan, diğer insanlara karşı birbiriyle aynı olan ilişkiler içindeki kişiler sınıfları oluştururlar. Farklı sınıfların davranışları kendilerinin en açık biçimde, üretim ile tüketim arasındaki bölünmenin zorunlu kıldığı toplumsal bir eylem olan bölüşümde gösterir. İnsanlar, sınıflar toplumda egemenliği sürdürme ya da bağımlılığı kurma ile bölüşümde etkili olma, amacıyla örgütlenirler. Ancak, burada egemenliklerini sürdürmek isteyen sınıfların örgütleri ile bağımlılıklarını kırmak isteyen sınıfların örgütlerini eşit, gelişmesine benzer katkıları olan örgütler olarak göremeyiz. Kapitalizmin iç çelişkisinden kaynaklanan sınıf mücadelesinde, tarihi gelişmeye katkı koyan örgütler, ancak bağımlılık ilişkisini ortadan kaldırmayı hedefleyen örgütler olabilir. Bunların başarılı olabilmelerinin yolu da bilinç, dayanışma, mücadele ve örgütlenme düzeylerinin artmasına bağlı olmaktadır. Örgütlü toplumdan, bağımlılık ilişkilerini kurmayı hedefleyen örgütlerin güçlenmeleri, güçlü örgütlere sahip oldukları toplumlar anlaşılmalıdır. Çünkü, egemenlerin örgütleri zaten güçlü ve baskın konumdadırlar. Yoksa, son yıllarda toplumun gelişme dinamiğini oluşturan sınıf mücadelesi yerine, devletle sivil toplum arasındaki mücadeleyi temel alan "sivil toplumculuk" anlayışının yaymaya çalıştığı gibi bir örgütlü toplum anlaşılmamalıdır. Devletin vesayetinden uzaklaşmak da güncel ve önemli bir sorundur.

28 Şubat 1997‘den sonra yaşananlar göz önüne alındığında, bilinç deformasyonuna uğramamak için, toplumda sivilleşmenin pratikte sağlayacağı yararlar dikkate alınmalıdır. Toplumsal örgütler de kendilerini sınıfsal temelde irdelemeli, saflarını da buna göre belirlemelidirler. Bağımlılık ilişkilerinin ortadan kalkmasını savunan sivil toplum örgütlerine ise, daha doğru olarak demokratik kitle örgütleri denilmektedir. TMMOB, üyelerinin sınıfsal konumları, tarihi ve mücadelesi göz önüne alındığında, egemenlerle mücadele etmiş, bağımlılık ilişkilerine başkaldırmış, yasal olarak nasıl tanımlanırsa tanımlansın fiilen bir demokratik kitle meslek örgütüdür.

TEMSİLİ DEMOKRASİDEN KATILIMCI DEMOKRASİYE

Her ülkenin siyasi rejimi, toplumun tarihi, sosyal, ekonomik ve kültürel oluşum yapısı ve evrimi içinde biçimlenip somutlaştığından, kurumsal modeline ya da klasik sayılan bir örneğine tümü ile uygun olması istenemez ve beklenemez. Bununla birlikte, bir siyasi rejimin belirli bir türden sayılabilmesi için, onun ana öğelerini içermesi ve genel koşullarını içermesi gerekmektedir.

Demokrasi özü gereği, toplumun siyasi düzeninin bir biçimi olarak üretimin egemenliği altındadır ve o toplumun üretim ilişkileri tarafından belirlenir. Bunun içindir ki, demokrasinin tarihi gelişmesini, sosyo-ekonomik koşullara bağımlılığını ve sınıf mücadelesi içinde taşıdığı önemi göz önünde tutmak gerekir. Bu rejimde bireylerin ve toplulukların özgürce siyasal etkinliklerde bulunabilmeleri doğal ve hatta zorunlu bir hak olmalıdır.

Politika yapma bireylerce tek başına değil, birlikte yürütülebilecek bir etkinliklerde olduğundan, öncelikle, çeşitli biçimde birleşme ve örgütlenme özgürlüklerine sahip olmaları gerekmektedir.

Bu anlamda, 1982 Anayasası, kamu hizmet ve görevlerinde çalışan genîş bir kitlenin bireylerine olduğu gibi; kişilerin, dernek, sendika, meslek kuruluşları, kooperatif, vb. gibi biçimde oluşturdukları örgütlerine de siyaset yapmayı sınırlandırmaktadır. Siyasal etkinlikte bulunma neredeyse siyasi partilere indirgenmiş ve tekellenmiş; üstelik bunlarda bir çok yönden sınırlanmış ve kısıtlanmıştır. Oysa, günümüzde burjuva batı demokrasilerinde dahi siyasi iktidarı etkileme ve yönlendirme işlevi, partiler kadar ve bazen daha çok ve bu örgütlerce üstlenilmekte, yürütülmekte ve hatta teknik yönetime ilgililerin katılımı bu yoldan sağlanmaktadır. Türkiye‘de bu konuda uygulanan yasağa karşın, özel ve resmi baskı gruplarından yalnızca sermaye örgütlerinin etkinliklerine (TUSİAD örneğinde olduğu gibi) göz yumulduğu görülmektedir. Ayrıca, bireylerin başlıca siyasi haklardan yararlanması beş yılda bir seçim sandıklarına siyasi partilerin, hatta parti başkanlarının saptadığı aday listelerini atmaktan ibaret kalmaktadır.

Bu durum siyaset dışı, politika ile ilgili ülke yönetiminde hiçbir etkisi bulunmayan bireyler kalabalığı yaratmakta, demokratik topluma olanak vermemektedir. Diğer yandan, demokratik düzenin asıl öğeleri olan parlamento ile hükümetin devlet içindeki kurumları ve karşılıklı ilişkileri ülkenin siyasi rejimini belirleyen önemli kurumlar ve ilkelerdir. 1982 Anayasası‘nda yürütmenin gerçekte tek başlı ve bir kanatlı olması rejimin "Parlamenter Rejim" sayılmasını engellemektedir. Anayasa‘ya göre, Bakanlar Kurulu genel siyasetin yürütülmesinde TBMM‘ye karşı birlikte sorumlu olduktan başka, Başbakan ve Bakanlar her türlü işlem ve icraatından ötürü, Cumhurbaşkanı‘na karşı sorumludur. Anayasa‘nın kurduğu yasama- yürütme ilişkileri neredeyse "Parlamenter Rejim" değil, "Otoriter Başkanlık Hükümeti"dir. Sonuçta, halkın katılımını kısıtlayan ve kişisel iktidar eksenine oturtulmuş görünen siyasi rejimin, bir başlangıç olarak ve asgari düzeyde burjuva batı demokrasisinin kuralları uyarınca işletilmesi sağlanmalıdır.

KAMU YARARI

Devlet denen aygıtın en belirgin özelliği, toplumun tümüne söz geçirme yetki ve olanağını elinde bulundurmasıdır. Her devlet öncelikle egemen sınıfların çıkarlarını korur, ancak toplumun tümüne bunun yanında da kendi aygıtına bir ölçüde hizmet eder.

Devlet, elbette, bu işlevlerini durup dururken, kendi kendine kararlaştırıp yerine getirmez. Devleti bu çelişkili konumda bırakan, içinde yer aldığı toplumdur. Başka bir deyişle, devlet toplum tarafından belirlenir. Devlet yapıları ve işlevleri denen somut sonuç, toplumdan kaynaklanan belirlenimlerin ürünüdür.

Bunlardan biri de kamu hizmeti talebidir. Kamu hizmeti, toplumun ortak gereksinimlerini ve çıkarlarını karşılamak, toplumsal yaşamı düzenlemek, toplumsal yeniden üretimi ve düzeni sağlamak için yapılan hizmettir. Bu hizmetin en önemli unsuru da kamu yararıdır. Kamu yararı, kamunun gereksinimlerinin karşılanmasıdır. Kamu devlet anlamına gelmez.

MESLEK ÖRGÜTLERİ

Meslek örgütlenmesinin tarihi oldukça eskidir ve Türkiye‘de ilk örgütlenmeler barolarla birlikte başlamıştır. Kapitalizmin gelişmesi sürecinde 1950 ile 1954 arasında mesleklerin; düzenlenmesi amacıyla, Sanayi ve Ticaret Odaları, Türk Tabipler Birliği, TMMOB, Türk Veteriner Hekimleri Birliği kurulmuş, bunları 1957‘de Ziraat Odaları Birliği izlemiştir. 1961 Anayasası konuyu "kamu kurumu niteliğinde meslek kuruluşları" kavramı çerçevesinde düzenlemiştir. Bu dönemde Türkiye Esnaf ve Küçük Sanatkarlar Konfederasyonu ile Türkiye Barolar Birliği kurulmuştur.

1982 Anayasası diğer hükümlerinde olduğu gibi 135. Maddede de yasakları ön plan çıkarırken, üyelerin zorunlu üyeliğini ortadan kaldırmıştır. TMMOB ve benzeri meslek kuruluşlarının demokrasi mücadelesine katkılarını artırmak için Anayasa‘nın 135.maddesi değiştirilmeli ve demokratik biçime getirilmelidir.

TMMOB ve benzeri meslek örgütleri, mesleğini sürdürenlerin üyeliğinin zorunlu olduğu, üyelerinin bulundukları alanlarda denetim yetkisi olan, kamu ve halk yararına alternatif politikalar üreten, devletten bağımsız, tam idari, mali ve bilimsel özerkliğe sahip kuruluşlar olarak örgütlenmelidir. Bu da ancak devletin vesayetinden kurtulmakla mümkündür.