2015 YILI SOSYAL GÜVENLİK YÜKSEK DANIŞMA KURULU TOPLANTISI YAPILDI

25.03.2015

2015 Yılı Sosyal Güvenlik Yüksek Danışma Kurulu Toplantısı, 24 Mart 2015 tarihinde yapıldı. Toplantıya,TMMOB'yi temsilen Yürütme Kurulu üyesi Mehmet TORUN katıldı.

Toplantıda Mehmet TORUN tarafından bir konuşma yapılarak TMMOB'nin görüşleri aktarıldı.

Mehmet TORUN'un konuşması şöyle: 

Sosyal güvenlik hizmetleri, sosyal devletlerin asli görevidir. Ancak, ülkemizde neoliberal politikaların uygulanması sonucu tüm alanlar olduğu gibi bu alan da piyasanın hizmetine sunulmuş ve devletin asli görevleri piyasalaştırılmıştır. AKP hükümetinin "eşitlik" adı altında sunduğu bu yapılanmanın ardından geçen 12 yıl içinde söz konusu eşitliğin sosyal devlet ilkesine uygunluk temelinde daha üst norm ve standartta eşitlemeyi değil, tüm çalışanları "en az"da eşitleyen bir uygulama olduğu herkes tarafından açıkça görülmüştür. Bu yanlış uygulamalar, 470.000 mühendis, mimar ve sehir plancı üyemizi de olumsuz etkilemektedir.

Bilindiği gibi, Türkiye'de finansmanı ve fikri altyapısı Dünya Bankası ve IMF'ye ait olan Sağlıkta Dönüşüm Projesi, 2003 yılında AKP hükümeti tarafından resmi olarak başlatılmıştır.
Temeli özelleştirme ve piyasalaştırmaya dayanan ve AKP hükümetinin iktidara geliş tarihi ile başlayan bu proje, 12 Eylül karanlığında yaklaşık 35 yıldır devam eden neoliberal düzeninin sağlık hizmetleri üzerindeki bir yansıması olarak karşımıza çıkmaktadır. Halk için "yıkım", sermaye çevresi için "reform" anlamına gelen bu dönüşüm süreci, sağlık alanındaki yatırımların kısılması, sağlık hizmetinin özelleştirilmesi, hastanelerin işletme mantığına göre çalıştırılması ve istihdam biçiminin de kuralsız, esnek, güvencesiz ve düşük ücretli yapıya uygun hale getirilmesine dayanmaktadır.

Sosyal Güvenlik Sisteminde dönüşüm başlatılırken, Dünya Bankası raporları referans gösterilerek nüfusun yaşlanması sonucu sistemin tüm nüfusu koruyucu bir özellikten yoksun kaldığı ve sosyal güvenlik kurumlarının finansman açıklarının ekonom üzerindeki olumsuz etkisi gerekçe gösterilmişti. Oysaki Türkiye, dünya geneline kıyasla genç bir nüfusa sahip olmakla beraber işgücüne katılım oranı düşük, işsizliğin ve eksik istihdamın boyutlarının çok yüksek olduğu bir ülkedir. Yanlış tespitlere dayanan hükümetin gerekçelendirmesi sonucu geçen 12 yılda uygulamanın getirdiği sonuçlara bakacak olursak, çalışma çağındaki nüfusun istihdama katılamadığı, sağlık ve eğitim sorunlarının aşılması bir yana çığ gibi büyüdüğü görülmektedir. Dolayısı ile geçen süre zarfında, sosyal güvenliğe en çok ihtiyacı olan, gelir düzeyi görece düşük kesimlerin zorunlu sosyal güvenlik kapsamı dışına itildiği açıkça gözlenmektedir.

Şüphesiz gerçek amacının sistemin maliyetinin halka yüklenmesi olan Sosyal güvenlik sistemindeki dönüşüme bir gerekçe de sosyal sigortalar ve genel sağlık harcamalarının bütçeye sözde yük getirdiği şeklindeydi. Ne var ki geçen 12 yıla dönüp baktığımızda, finansman açıklarının giderek arttığı izlenmektedir. AKP hükümeti sağlık harcamalarındaki artışı bir başarı öyküsü olarak kamuoyuna sunarken, bu harcamaların en büyük kalemlerinin ilaç şirketlerine, özel hastanelere, taşeron şirketlere yönelik yapıldığı ortadadır. Buralara aktarılan kaynak ihtiyacının yüklü faturası da yoksullara ve giderek yoksullaşan emekçilere çıkartılmakta, halk tarafından toplanan kaynaklar halka dönmemektedir.

Özel sermaye birikimine sunulan kaynaklar ilaç endüstrisi ve özel hastanelerin kullanımına sunularak sağlık harcamalarını suni bir artışa itmekte fakat sağlığı tümüyle bir sosyal hak kullanımının dışına çıkarmaktadır. Koruyucu sağlık
hizmetlerine ve halk sağlığına yönelik politikaların rafa kaldırıldığı "sağlıkta dönüşüm" sürecinde, sağlık harcamalarındaki artış, daha maliyetli olan tedavi edici sağlık hizmetlerine aktarılmakta, topluma dokunmayan bir "sağlık teknolojileri çöplüğü" yaratılmaktadır.

5502 sayılı yasa ile Sosyal Güvenlik Kurumu adı altında çatılar birleştirilirken, IMF ve DB direktifleri ve sermayenin ihtiyaçları gözetilmiş, kazanılmış haklar bir bir gasp edilmiştir. "Sağlıkta Dönüşüm Programı" adı altında IMF talimatıyla yapılandırılan Sosyal Güvenlik Kurumu'nun, emekçilerin haklarını koruyup, çıkarlarını gözeten bir kurum olarak işlev görmediği, hükümetin tüm talimatlarını yerine getiren bir işleyişe sahip olduğu daha kuruluş yıllarından itibaren bellidir. Günümüze kadar uzanan süreçte milyonlarca vatandaş hâlâ sağlık güvencesinden mahrum, sosyal güvenlik sistemi altında sağlık hizmetinden yararlanmak isteyen vatandaş ise yüklü faturalarla karşı karşıyadır. Alınan yüksek katkı payları ve özel hastanelere giden hastalara "ilave ücretlerin" dayatılması, parasız ve eşit bir sağlık hizmeti anlayışının AKP hükümetinin politikalarında yer almadığının kanıtıdır.

Sosyal güvenlik sistemi, bireylerin sosyal risklerle karşılaşmaları halinde ihtiyaç duyduğu gereksinimlerin kamusal bir hizmetle giderilmesidir. Bu sistem, düşük gelir gruplarının ihtiyaçlarını yüksek gelir grubundan sağlanan kaynaklarla karşılanmasını esas almalıdır. Ülkemizde yaşanan gelir adaletsizliğinin boyutları düşünüldüğünde, devletin sosyal devlet ilkesi ile "insan onuruna yakışır" bir hayatı sağlamasında önemli bir rolü olduğu unutulmamalıdır. Fakat yeni yapılanmadan sonra görülmektedir ki, sosyal güvenlik sisteminin sorunları daha da büyümüş ve çözüm piyasacı anlayışa terk edilmiştir.

Sosyal güvenlik sisteminde yapılmak istenen değişikliklerin bir diğer önemli hedefi de emekli maaşı bağlama oranlarının kademeli olarak düşürülmesidir. Daha önce SSK ve Bağ-Kur emeklileri çalışırken aldıkları maaşın % 65'ini almakta, Emekli Sandığı'na bağlı emekliler de % 75'ini almakta iken, reform adı altında düzenlemeler ile bu oran tüm emekliler için daha da düşürülmüştür.

Ayrıca 4447 Sayılı İşsizlik Sigortası Kanunu ile emeklilik yaşı kadınlar için 58 erkekler için 60 olmasına karşın AKP hükümeti, 2008 yılında yürürlüğe giren 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası kanunu ve 2035'ten itibaren kademeli artış ile birlikte 2048 yılında hem kadın hem de erkeklerin emeklilik yaşını 65'e çekmişti. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik'in "Avrupa'da yok, hatta Afrika'da bile yok" dediği emeklilik yaşı, Türkiye'de mezarda emekliliğe doğru yönelmiştir. Fakat ne var ki, bu açıklamaları yapanlar, diğer ülkeleri referans gösterenler o ülkelerdeki çalışma saatlerinden,yaşam kalitesinden, ortalama yaşam süresinden ve kişi başına düşen yıllık gelirden bahsetmemektedir. Kamu emeklilik sisteminin işlevsizleştirilmesi ile yeni özel emeklilik sistemlerinin kurulması, kamusal emeklilik
fonlarının bireysel emeklilik şirketleri aracılığıyla mali piyasalara devredilmesi, Dünya Bankası taleplerinin arasında olduğunu bilmekteyiz. Maaşlarda ve emeklilik yaşında yapılan tüm düzenlemeler ile birlikte, sistemin kaynaklarını topyekün küresel sermayeye sunulması da bu dönüşümün sonuçlarından biri olmaktadır.

Sağlıkta dönüşüm süreci ile hedeflenen yeni istihdam yapısına uyum, AKP hükümetinin Ulusal İstihdam Stratejisi ile tüm alanlara yönelik hedeflediği ucuz işgücü ordusuna paralel, kuralsız, güvencesiz, esnek istihdam biçimine dayanmaktadır. Tüm bu özellikleri taşıyan taşeron işçi çalıştırma, yasal mevzuat değişikliği ile sağlık alanında da yaygın bir hale getirilmiş, üniversite hastaneleri hariç, sağlık sektöründe kuralsızlık, güvencesizlik ve esnekliğin yanında asgari ücrete dayanan bu işçilerin sayısı birkaç yüz bine yükselmiştir.

Ülkemizin, çalışma yaşamı koşulları açısından hem hükümetin hem de kamuoyunun olağanüstü hassasiyetle üzerine eğilmesi gereken son derece olumsuz bir tablo ile karşı karşıya olduğu tüm açıklığı ile ortadadır.

Ülkemiz, iş cinayetlerinde, işçi ölümlerinde dünyada en üst sıralarda yer almaktadır. Bu tablo AKP'nin iktidara gelmesiyle daha da vahim bir hal almıştır. 2003 yılında günde ortalama 3 işçi yaşamını yitirmekte iken, bugün bu sayı 5-7 işçiye kadar çıkmıştır. Ne olmuştur da bu ölümler katlanarak artmıştır? Yatırımlar mı artmıştır bu ülkede, yoksa üretim mi? Ülkemizde artan yalnızca talan, yağma ve işçi ölümleridir.

Bugün ülkemizde uygulanmakta olan neoliberal ekonomi politikaları sonucunda iş güvencesinin azalması, esnek çalışma biçimleri, çalışma koşullarının ağırlaşması; özelleştirme, sendikasızlaştırma ve taşeronlaştırmanın yaygınlaşması; sosyal güvenlik ve güvenceden yoksun kayıt dışı işçilik ve çocuk işçi çalıştırma, yasal düzenlemelerdeki yanlışlıklar iş cinayetlerinin başlıca nedenidir.

Dün basına da yansıyan haberde, İzmit körfezindeki köprü çalışmalarında halat kopmuştur. Yaşanan olayda ölüm ve yaralanma olmamıştır. Buna rağmen köprü inşaatında çalışan Japon mühendis, olayda sorumluluğunun olduğu gerekçesiyle intihar etmiş canına kıymıştır. Olayın insani boyutu ve sonucu tartışılabilir ancak o toplumun ve kişinin iş ahlakı anlayışı sonucu bu olay yaşanmıştır.

Ülkemizde her yıl ortalama 1800 işçi yaşanan iş cinayetleri sonucu yaşamını yitirmektedir. Daha yakın zamanda Soma'da 301 işçi, Ermenek'te 18 işçi yaşamını yitirmiş fakat hiçbir yetkili istifa etmeyi dahi düşünmemiştir. Bu konuyu da kamuoyunun takdirlerine sunuyorum.

Sonuç olarak; emekçilerin özyönetimine bırakılan, emekçilerin birikimi ve emeği üzerinde hükümetlerin, sermayenin rant sağlayamadığı bir sosyal güvenlik sistemi ve kurumunun oluşturulması talebimizi bir kez daha kamuoyuyla paylaşıyoruz.

Mehmet TORUN

TMMOB Yönetim Kurulu Üyesi