TMMOB ZİRAAT MÜHENDİSLERİ ODASI “TARIM HAFTASI 2021” ETKİNLİĞİ/10 Ocak 2021/ANKARA

11.01.2021

"Sayın Konuklar, Değerli Arkadaşlar

Hepinizi Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği Yönetim Kurulu adına dostlukla selamlıyorum. Tarım Haftası etkinlikleri kapsamında ülkemizde tarımsal öğrenimin başlangıcının 175. Yıldönümü vesilesiyle gerçekleştirilen bu etkinlikte aranızda olmaktan mutluluk duyuyorum. 1846 yılında eğitime başlayan Mekteb-i Zirai Şahane’den bu yana ülkemizde tarımsal eğitim ve öğretime katkı veren kurum, kuruluş ve kişileri saygı ve minnetle anıyorum.

Ne yazık ki uzun süreden bu yana etkinliklerimizi ekran başından gerçekleştirmek zorunda kalıyoruz. Umarım 2021 yılı salgının tümüyle sona erdiği, hepimizin yeniden yüz yüze, yan yana geldiği bir yıl olur.

Salgın nedeniyle daha fazla zaman geçirmek zorunda kaldığımız evlerimizde kıymetini anladığımız şeylerin başında temel besin maddeleri ve tarımsal ürünler geliyor. Geçtiğimiz yıl içerisinde hayatımızda vazgeçilmez sandığımız pek çok şeyden feragat etmek zorunda kalırken temel besin maddelerinin hayatımız için ne kadar vazgeçilmez olduğunu fark ettik.

İnsanlar işte geçiremediği zamanı mutfakta ve bahçede geçirdi. Kendi ekmeğini yapmanın, kendi biberini-domatesini yetiştirmenin keyfini ve aynı zamanda zorluğunu yaşadı.İnsanlar arasında tohum takası arttı. Ata tohumunun kıymeti anlaşıldı.

Salgın döneminde evlerin bahçelerinde, balkonlarında birden bire farkına varılan bu zorlukları siz ziraat mühendisleri yıllardır çok büyük ölçekte yaşıyorsunuz zaten. Bu etkinlikte de hem tarım eğitiminin hem de tarım sektörünün içinde bulunduğu sorunları dile getireceksiniz.

Umuyorum burada dile getirilen sorunları ortadan kaldırmamızı sağlayacak ortak çözümlere ulaşır, hayatlarımızdaki yeri giderek artan tarımsal üretimi risk altından kurtarabiliriz.

Değerli Arkadaşlar,

Bugünkü etkinlik Türkiye’deki tarımsal öğrenimin köklü bir geçmişe dayandığının altını çiziyor. Bir eğitim geleneği yaratabilmenin, bu geleneği koruyup sürdürebilmenin önemini vurguluyor.

Ülkemiz ne yazık ki köklü kurumları koruyup sürdürebilmek konusunda pek başarılı değil. Kurumlarımızı köklerinden koparmak, gelenekleri ortadan kaldırmak, kurumsal hafızayı yok etmek sistematik bir devlet politikası haline geldi. Eğitim kurumları da bu yok edici politikadan payını alıyor.

Bunun son örneklerinden birisi, kökleri neredeyse Mekteb-i Zirai Şahane kadar eskiye dayanan, 158 yıllık bir Eğitim-Öğretim kurumu olan Boğaziçi Üniversitesi’ne kurumla hiçbir bağı olmayan bir ismin rektör olarak atanması oldu. Akademik çalışmalarından çok siyasal geçmişiyle bilinen bir ismin rektör olarak atanması başta öğretim üyeleri ve öğrenciler olmak üzere tüm Boğaziçi Üniversitesi camiasının tepkisiyle karşılandı.

Bildiğiniz gibi YÖK’ün kuruluşuna kadar üniversite rektörleri, Fakülte Profesörler Kurulları içinde yapılan seçimlerle yapılıyordu. 12 Eylül Darbesi sonrasında kabul edilen Yükseköğretim Kanunuyla beraber Rektörlerin YÖK’ün belirleyeceği isimler arasından Cumhurbaşkanının atayacağı kabul edildi.

Boğaziçi Üniversitesi,darbeyle getirilen bu atama usulüne karşı kendi kurumu içinden seçim yaparak rektörlük belirleme esasında ısrar etti ve bunun sonucunda yeniden seçim usulüne geri dönüldü.

2016 yılında yayınlanan OHAL KHK’sı ile Rektörlük Seçimleri bir kez daha kaldırıldı ve tıpkı 12 Eylül darbesi sonrasında olduğu gibi rektörlerin YÖK teklifi ile Cumhurbaşkanı tarafından atanması usulüne geri dönüldü.

Bu antidemokratik uygulama Üniversite Rektörlerinin tümüyle Cumhurbaşkanına ve iktidar partisine bağlı hale gelmesinin yolunu açtı. Bugün ülkemizde bulunan 20 Üniversite rektörü, bir dönem AKP içinde aktif siyaset yürütmüş isimlerden oluşuyor.

Bizler elbette insanların siyasal tercihleri ve siyasi faaliyetleri ile ilgilenmeyiz. Bizi ilgilendiren şey, üniversite kurumunun en başında yer alan kişinin bu görev için yeterliliğinin ölçütünün akademik liyakat değil, siyasal sadakat haline gelmesidir.

Bizi ilgilendiren şey kurumların demokratik geleneğinin yok edilmesidir. Bizi ilgilendiren şey üniversitelerin özerk eğitim-öğretim kurumları olmaktan çıkartılıp, parti kurulları olarak görülmeye başlanmasıdır.

Bu duruma itiraz eden Boğaziçi Üniversitesi camiası günlerdir eylem yaparak seslerini duyurmaya çalışıyor. Cumhurbaşkanı ve yandaşları ise öğrencilerin ve öğretim üyelerinin bu haklı tepkisini teröristlikle nitelendiriyor. Oysa asıl terörizm, demokratik temayüllerin, demokratik kurulların ortadan kaldırılması, bunun yerine tepeden inmeciliğin dayatılmasıdır.

Değerli Arkadaşlar,

Bugün her ne kadar tarımsal öğretimin 175. Yılını kutluyor olsak da, ne yazık ki ülkemizdeki ziraat fakültelerinde verilen eğitim ve öğretim, 175 yıllık bilgi birikimini ve teknik gelişmeyi yansıtmamaktadır. Bunun en büyük nedeni, plansız ve kontrolsüz biçimde artan fakülte, program ve öğrenci sayısıdır. Türkiye’nin yükseköğretim altyapısı, toplumsal örgütlenmesi, sınai ve zirai yapısı bu kontrolsüz genişlemeyi nitelikli ve üretken bir güce dönüştürmekten çok uzaktır.

AKP hükümetleri döneminde çoğunlukla seçim yatırımı olarak hayata geçirilen “Her İle Bir Üniversite” projesi ile ülkemizdeki yükseköğretimin en önemli problemlerinden biri olan “eğitim kalitesi ve standardı” sorunu yaygınlaştırılmış, üniversiteler arası uçurumlar giderek derinleşmiştir. Üniversitelerin ve öğrencilerin sayısı arttıkça, özellikle mühendislik, mimarlık, şehir plancılığı gibi teknik bölümler için gerekli alt yapı, laboratuvar ve uygulama sistemleri açığı daha da büyümüştür.

Ülke ihtiyaçlarıyla, tarım ve sanayi politikalarıyla bağdaşmayan yükseköğretim planlaması nedeniyle üniversite mezunları işsizliğe mahkum edilmiştir. Aralarında çok sayıda ziraat mühendisin de bulunduğu yüzbinlerce mühendis, mimar ve şehir plancısı, mezun olduğu alan dışında çalışmak zorunda kalmakta, yüzbinlerce mezun ise hiç iş bulamamaktadır.

Değerli Arkadaşlar,

Altını çizmek istediğim bir diğer unsur ise tarımsal üretimde yaşanan sorunlar ve kıtlık. Kıtlık kavramı çok eski zamanlara ait bir olguymuş gibi görünse de, özellikle küresel iklim değişikliği, bilinçsiz kullanılan tarım kimyasalları, yanlış tarım politikaları ve en önemlisi de küresel tarım tekellerinin çıkarları nedeniyle son yıllarda sıklıkla kıtlık sorunuyla karşılaşıyoruz.

IMF, Dünya Ticaret Örgütü, Dünya Bankası gibi kuruluşların, tarım ve gıda alanında kamusal üretim ve denetimi ortadan kaldırmaya yönelik dayatmaları, ülkeleri ve üreticileri tümüyle savunmasız hale getirmektedir.

Son dönemde tarım alanında yaşanan en büyük trend, küçük üreticiliğin tasfiye edilmesi ve tarımsal üretimin büyük sermaye şirketlerinin kontrolü altına girmesidir. Örgütsüz küçük üreticiler, piyasa süreçlerine egemen olan çok uluslu şirketler karşısında çaresiz kalmaktadır. Tarımın giderek teknolojikleşmesi ve tedarik zincirleriyle iç içe geçmesi, küçük üreticilerin rekabet gücünü ortadan kaldırmıştır.

Ülkemizde de benzer bir süreç yıllardır işletilmektedir. Yasa değişiklikleri, özelleştirmeler, gıda alanındaki kamu kurumlarının tasfiyesiyle yaşanan talan süreci ülkemizdeki tarımsal üretimi ve tarım üretimiyle geçinen toplumsal kesimlerin hayatını sürdürülemez noktalara getirmiştir.

Daha iki gün önce Niğde’deki çiftçilerin Tarım Bakanına isyanı kameralara yansıdı. Niğdeli çiftçinin “vallahi battık, billahi battık” isyanı Türkiye’nin dört bir yanındaki çiftçilerin, küçük üreticilerin ortak duygusunu ve durumunu yansıtıyor.

Son 30 yıl içinde tarımsal üretimi ve çiftçileri desteklemeye yönelik çok sayıda kurumun satılması, tarımsal alana yönelik sübvansiyonların kaldırılması, tohum-mazot-gübre gibi temel girdilerin aşırı pahalanması küçük üreticiliği sürdürülemez hale getirdi.

TMMOB olarak biz, yıllardan beri sanayiden eğitime, üretimden planlamaya, beslenmeden sağlığa, enerjiden tarıma kadar her alanda tam bağımsızlık şiarıyla politika üretiyoruz. Özellikle tarımsal anlamda dışa bağımlılığın ortadan kaldırılması, açlık ve yoksulluğun önüne geçilmesinde en önemli unsurlardan biridir. Bunun için daha önce çeşitli defalar dile getirdiğim bazı önlemlerin altını bir kez daha çizmek isterim:

  • IMF ve Dünya Bankası ile Dünya Ticaret Örgütü`nün ülkemiz tarımı ve kırsal yaşam üzerindeki, genel düzenleyici işlem yapma yetkisi kaldırılmalı, her türlü dayatmalar reddedilmelidir.
  • Avrupa Birliği kapsamında önerilen "Ortak Tarım ve Gıda Politikası" gibi Türkiye`nin gıda ve tarım sektörünü piyasalaştıran neoliberal yasalar kaldırılmalı. Köylü ve tüketiciden yana olan yasalar yürürlüğe sokulmalıdır.
  • Yükseköğretimde, üretici ile mühendisin bağımsız bir tarım-besin modeli altında dayanışma içinde çalışacağı bir zemin yaratılmalı, ülke ihtiyaçlarına göre yerli ekim, yerli üretim ve istihdama yönelik yeniden yapılandırılması sağlanmalıdır.

Konuşmamda sıklıkla dile getirdiğim gibi tarımsal üretimin ve gıdanın hayatımızdaki yeri ve önemi giderek artıyor. Mevcut yapısıyla tarımsal üretimimizin bu ihtiyacı karşılamak konusunda tehlike ve tehditlerle yüz yüze olduğunun hepimiz farkındayız. Bugünkü etkinliğimizin bu tehlikeyi bertaraf edecek çözüm önerileri getireceğine olan inancımla hepinizi saygı ve dostlukla selamlıyorum."

 

Emin Koramaz
TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı