TÜRKİYE ZİRAAT MÜHENDİSLİĞİ IX. TEKNİK KONGRESİ BAŞLADI

13.01.2020

TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası tarafından her 5 yılda bir düzenlemekte olan Ziraat Mühendisliği Teknik Kongresi’nin dokuzuncusu 13 Ocak 2020 tarihinde Ankara’da, Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde başladı.

Beş gün sürecek olan Kongrenin açılışında TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı şöyle konuştu: 

Değerli Meslektaşlarım, Değerli Hocalarım, Değerli Konuklar

Hepinizi Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği Yönetim Kurulu adına sevgi, saygı ve dostlukla selamlıyorum.

Ziraat Mühendisleri Odamız tarafından ilki 1965 yılında yapılan ve her 5 yılda bir düzenlenen Ziraat Mühendisliği Teknik Kongresi’nde aranızda bulunmaktan büyük bir onur duyduğumu öncelikle belirtmek isterim. Tarımda yaşanan yıkım sürecinin etkilerinin her alanda ve her kesimde derinden hissedildiği bir dönemde gerçekleştirilmesi kongremizin önemini artırıyor.

Bu yıl dokuzuncusu gerçekleştirilen bu etkinlikte bizleri buluşturan Kongre Bilim Kurulumuza, görüşlerini bizimle paylaşacak bilim insanlarına, Ziraat Mühendisleri Odamızın yöneticilerine, Oda çalışanlarına ve organizasyonda emeği geçen tüm arkadaşlarıma teşekkür ediyorum.

Değerli Konuklar,

Bildiğiniz gibi TMMOB ülkemizdeki mühendis, mimar ve şehir plancılarının hak ve çıkarlarını halkımızın çıkarları temelinde korumak ve geliştirmek, mesleki, sosyal ve kültürel gelişmelerini sağlamak ve mesleki birikimlerini toplum yararına kullanmalarının zeminini yaratmakla görevlidir.

Bu doğrultuda mesleki alanlarımızla ilgili gelişmelerin ve politikaların sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel boyutlarını derinlemesine kavramak, yorumlamak ve toplumu bilgilendirmek için etkinlikler düzenliyoruz.

İki yıllık çalışma dönemimizde Odalarımızla birlikte düzenlediğimiz 200’ü aşkın etkinlikte paylaştığımız bilgi ve birikimlerin toplum yararına hayata geçirilmesi için mücadele ediyoruz.

Yayınladığımız raporlarla, açtığımız kamu davalarıyla, düzenlediğimiz kongre ve sempozyumlarla, yaptığımız açıklamalarla bilimin ve tekniğin halktan ve doğadan yana kullanılmasıyla başka bir dünyanın mümkün olabileceğini ortaya koymaya çalışıyoruz.

Gerçekleri söylemek, halkın çıkarına olanı söylemek bizim mesleki ve toplumsal sorumluluğumuzdur. Çünkü bilimden ve toplumdan yana olan bizler gerçekleri söylemezsek, iktidar sahipleri kendi çıkarlarını ve gerçeklerini halka dayatırlar.

Değerli Konuklar,

2019 yılı ülkemiz için “kriz yılı” olmuş, ekonomik küçülmeye bağlı olarak işsizlik, hayat pahalılığı ve yoksulluk artmıştır. İktidarın çarpıtılmış gerçekliğiyle, halkın maruz kaldığı gerçeklik arasındaki ayrımı en açık seçik biçimiyle ekonomide görüyoruz. Biliyorsunuz TÜİK tarafından 2019 yılsonu enflasyon rakamları açıklandı ve yıllık enflasyonun TÜFE’de % 11,84 olduğu ilan edildi. Geçtiğimiz yıl Aralık ayından bu yana Doğalgaza yapılan zam oranı %44, Elektriğe yapılan zam oranı ise % 57 oldu. Tarımsal üretim için gerekli girdi maliyetleri 2019’da % 35 ila % 120 oranında arttı. Son bir yılda süt yemi % 35, tarımda kullanılan elektrik % 100, zirai ilaç % 70-120 aralığında zamlandı. 

Çarşıda, pazarda, marketteki zamların da yüksek oranlarda olduğunu görüyoruz. Gıda fiyatları 2019’un ilk 11 aylık döneminde % 36.3, son bir yıllık dönemde ise % 39 arttı. Aralık 2019 itibarıyla TÜFE'de aylık olarak en yüksek artış gösteren seçilmiş maddeler ve değişim oranlarına baktığımızda Patlıcan’da artış % 30, Kuru soğanda % 25, Domates’te % 17, Salatalık’ta % 14 olduğu görülmektedir. Et fiyatlarındaki fahiş artışlar bir yana, 2019 yılında ülkemizde bir ilk gerçekleşmiş, artan fiyatlar nedeniyle asıl nedenler sorgulanmaksızın patates ve soğan üreticilerine “terörist” muamelesi yapılmış, Yerel Seçimler öncesi seçime odaklı geçici tanzim çadırları ile halkımız kandırılmaya çalışılmıştır. Pansuman önlemlerin kalıcı çözümler getirmeyeceği açık iken, özellikle temel gıda fiyatlarındaki fahiş fiyat artışları yoksul halkın yaşamını daha da zorlaştırmaktadır.

Fiyatlar bu kadar artarken, yaşanan ekonomik durgunluk nedeniyle işsizlik de hızla büyüyor. Mevsimsel olarak istihdamın en yüksek düzeyde olması beklenen yaz aylarında işsizlik oranı % 14 düzeyindeydi, yılsonu işsizlik oranı da % 13.8 olarak açıklandı. Genç nüfusta ise bu oran % 27’yi aştı. Şehrin en işlek caddeleri bile kapanan iş yerleriyle, boşaltılmış ofislerle dolu. İşsizlik ve yoksulluk içinde kıvranan halk, borçlarla ayakta kalmaya çalışıyor.

Geçtiğimiz günlerde Mecliste kabul edilen 2020 yılı bütçesi ise, halkın durumunu düzeltmek bir yana, yeni vergi teklifleriyle bütçenin yükünü halkın üzerine yıkıyor. Yandaşların vergi borçları bir kalemde silinirken, yandaş sermaye kesimlerine vergi afları ve ayrıcalıkları getirilirken emeğiyle geçinen insanların omuzlarındaki yük daha da artıyor.

Artan maliyetler, düşen üretim, üretim açığının ithalatla kapatılması ve fahiş gıda zamlarıyla sürdürülemez hale gelen tarım sektöründe, aynı tarım politikaları sürdükçe, 2020 yılı da sorun yılı olacaktır.

2019 yılında gecikerek yürürlüğe giren ve 2019-2023 yıllarını kapsayan On Birinci Kalkınma Planı, işlevsiz, bütüncül planlı kalkınma mantığına aykırı, mali boyutu gerçekçi olmayan, önceki plan hedeflerini revize ederken ülke kalkınmasına yönelik gelecek hedeflerini küçülten, uzun vadeli proje ve soyut hedeflerin sıralandığı ancak bütçeyle ilişkilendirilerek mali kaynakların ayrılmadığı bir strateji belgesi niteliğindedir.

Yine 2019 yılında düzenlenen 3. Tarım ve Orman Şûrası, Kalkınma Planından bağımsız, tarım ve ormancılık alanındaki somut sorunlara uygun çözümler içermeyen, tarımsal üretimde gıda güvencesini ve güvenliğini değil, piyasanın kâr amacını öne çıkaran, yıllardır yönetimde olunmasına karşın sanki sorunlar ilk kez ortaya çıkmış gibi gelecek hedeflerinin tekrarlandığı işlevsiz bir çalışma olmuştur.

Ülkemizde yaşanan krizi sadece ekonomik krize indirgememek gerekiyor. Çünkü Türkiye aslında, derin bir yönetim krizi, derin bir siyasal kriz yaşıyor.

Bu kriz ekonomik krizin patlak vermesinden çok önceleri başladı ve hala sürüyor.

Bu derin krizin nedeni ülkemizde yıllardır adım adım gerçekleştirilen düzenleme ve uygulamalarla Anayasal Demokrasinin ortadan kaldırılması, halk egemenliği yerine kişi ve parti hakimiyetine dayalı otoriter bir rejim inşa edilmesidir.

Yargının neredeyse tamamen yürütmenin tahakkümü altına alınması ve siyasallaştırılmasıdır. Parlamentonun etkisizleştirilerek iktidar üzerindeki denge ve fren mekanizmalarının yok edilmesidir.

Keyfilik, hukuk dışılık, kayırmacılık ve toplumun rızasını devlet gücünün kullanımıyla sağlamaya dayalı, dini ve milliyetçiliği, kendine kalkan edinen bu totaliter yönelim şekli, her geçen gün toplumu birbirine karşı daha da saflaşmakta, hukuka ve adalete olan güven daha da azalmaktadır.

Türkiye’nin içinden geçtiği krizin bir diğer boyutu da yerel yönetimlerde yaşanmaktadır.

Bugün ülkemizin güneydoğusunda seçilmiş belediye başkanları görevden alınarak yerlerine “kayyum”lar atanmış durumdadır. Bu uygulamanın demokrasiyle bağdaşır bir yanı bulunmamaktadır.

Bir yanda halkın yaşadığı bu gerçekler var, diğer yandan ise iktidar medyasının yansıttığı pembe tablo var. Bizler bu ülkenin okumuş, yetişmiş, aydın insanları olarak bu halkın gören gözü, duyan kulağı, dile gelen vicdanı olmakla yükümlüyüz. Doğru bildiklerimizi hiç çekinmeden söylemeye devam edeceğiz.

Değerli Konuklar,

Beslenme, her canlı gibi insanın da biyolojik doğasının en temel ihtiyacıdır. Dolayısıyla daha iyi koşullarda beslenme çabası, insanlık tarihinin en önemli önceliklerinden birisi olmuştur. Hatta bildiğiniz gibi insanların beslenme tercihlerindeki değişimler, medeniyetimizin gelişiminde de belirleyici bir rol oynamıştır.

İlkel çağlardan günümüze tarımsal üretim metotlarındaki değişim ve bu alandaki bilimsel gelişmeler göz önünde bulundurulduğunda açlık ve beslenme sorununun bugün insanlar için büyük bir tehdit oluşturuyor olması oldukça şaşırtıcıdır. Çünkü akla yatkın olan şey, gelişen teknoloji ve ziraat teknikleri sayesinde ürün verimliğinin artması ve insanların bu ürünlere ulaşımının kolaylaşmış olmasıdır. Oysa dünya çapında bugün yaşanan gerçeklik bu beklentinin çok dışında olup, bugün dünya çapında 830 milyon insan, açlık sorunu yaşamaktadır.

Etkilerini göz ardı etmemekle birlikte, bu durumu sadece “iklim değişikliği” gibi doğal sebeplerle ya da “savaş” ve “göç” gibi politik gelişmelerle açıklamak mümkün değildir. Bugün gıda ve tarımda yaşanan sorunların pek çoğu, sermayenin çıkarlarını insanlığın ortak çıkarlarının üstünde gören küresel kapitalist sistemdir.

Bugün açlık denilince Afrika, Asya ve Orta Doğu’nun geliyor olmasının nedeni, gelişmiş kapitalist ülkelerin bu bölgelerin kaynaklarını yüzyıllar boyunca sömürmesidir. Kapitalizmin eşitsiz gelişimi, yıllar boyu eşitsizliğe ve sömürüye maruz kalan bu coğrafyaların açlık ve sefaletle yüz yüze kalmasına neden olmuştur.

Bu açıdan bakıldığında Dünyada yaşanan açlığın ve yetersiz beslenmenin nedeni üretim yetmezliği değil, üretim ve tüketimin adaletli bir şekilde sağlanamamasıdır.

Bu durumun sorumlusu ise tarım ve gıda üretiminde tekelleşmedir. Günümüzde küresel sermaye tarımsal üretimin tüm aşamalarında; yani tohum üretiminden, zirai mücadeleye, gıda üretiminden bu gıdaların tüketimine kadar tüm süreçleri kontrol etmek istemektedir. Çünkü bu şirketler dünyaya egemendir ve gıda temel besin aracı olmaktan çıkıp bunların rant aracına dönüşmüştür.

Bu şirketler tekellerini pekiştirmek için, IMF, Dünya Ticaret Örgütü, Dünya Bankası gibi kuruluşlar aracılığı ile geri kalmış ve gelişmekte olan ülkelere tarım ve gıda alanında kamusal üretim ve denetimin ortadan kaldırmaları noktasında dayatmalarda bulunmaktadır.

Ülkemizde de benzer bir süreç yıllardır işletilmektedir. 1980’li yıllardan itibaren uygulanan neoliberal politikalar sonucunda Et-Balık Kurumu, Süt Endüstrisi Kurumu, Zirai Donatım Kurumu, TEKEL, Türkiye Şeker Fabrikaları, TİGEM’ler, Azot Sanayi, Türkiye Gübre Fabrikaları ve Yem Sanayi gibi kamu iktisadi teşekküllerinin bir kısmı özelleştirilmiş, bir kısmı da kapatılmıştır. Toprak Mahsulleri Ofisi gibi KİT`lerle birlikte, Tariş, Çukobirlik, Fiskobirlik gibi üretici kooperatif ve birliklerinin ise içi boşaltılarak işlevsizleştirilmiştir.

Yaşanan yıkım sürecine şeker üzerinden örnek vermek gerekirse; Şeker fabrikalarının özelleştirilerek kapatılması, birçok fabrika yerinde AVM’lerin yükselmesi, kotalarla oynanarak şeker pancarı üretiminin düşürülmesi bir yana, girdi maliyetleri sürekli artarken şeker pancarı fiyatının 7-8 yıldır 180-220 kuruş düzeyinde kalması sonucu üretimin % 20 civarında düşmesi, tohumda dışa bağımlılık sorununun giderilmesi bir yana, dışa bağımlı nişasta bazlı tatlandırıcıların kotalarının yükseltilmesinin sonucu, en son geçen ay Rusya’dan şeker ithal eden bir ülke durumuna düşmemizdir.

Bütün bunların sonucunda bir zamanlar kendi kendisine yeten ülke olarak övündüğümüz ülkemiz, gıda ve tarım alanında büyük oranda dışa bağımlı hale gelmiştir.

Tarım sektöründe yapısal sorunların çözülemediği, üreticilere diğer ülkelerdeki üreticilerle rekabet edecek destekleme ve koruma sistemleri oluşturulmadığı, sektör emek-bilgi-üretim temelinde çağdaş bilgi ve teknolojiyle buluşturulamadığı ve üretim maliyetleri düşürülmediği sürece, Ülkemizde tarımda üretkenlik ve verimlilik sorununun çözülemeyeceği ortadadır.

Yasa değişiklikleri, özelleştirmeler, tarım ve gıda alanındaki kamu kurumlarının tasfiyesiyle yaşanan talan süreci, çiftçilerimizin ve köylülerimizin hayatını olumsuz etkilediği gibi, kentlerde yaşayanların ucuz ve sağlıklı gıdaya erişimini de engellemektedir.

TMMOB olarak biz, yıllardan beri sanayiden eğitime, üretimden planlamaya, beslenmeden sağlığa, enerjiden tarıma kadar her alanda tam bağımsızlık şiarıyla politika üretiyoruz. Özellikle tarımsal anlamda dışa bağımlılığın ortadan kaldırılması, açlık ve yoksulluğun önüne geçilmesinde en önemli unsurlardan biridir.

Ülkemizde sürdürülebilir bir tarımsal üretimin sağlanması, gıda güvenliğinin korunması, halkın sağlıklı gıdaya erişebilmesi için üretici ile mühendisin bağımsız bir tarım-besin modeli altında dayanışma içinde çalışacağı bir zemin yaratılmalıdır. Ülke ihtiyaçlarına göre yerli üretim ve kırsal istihdama yönelik yeniden yapılandırma sağlanmalıdır.

Faize ve ranta değil, yatırıma kaynak aktaran bir bütçe yapısı ve bu kaynakları akılcı kullanan sektörler arası bütüncül politikaların uygulanması ile kamusal desteklerin üretime ve istihdama yönlendirilmesi durumunda, tarımdaki potansiyel gücümüzden en doğru şekilde yararlanılabilir, doğal kaynaklarımız korunarak geliştirilebilir, geliri artan çiftçilerin sorunlarını çözülebilir, tüketiciler sağlıklı ve ucuz gıdaya ulaşabilir, dengeli ve sağlıklı kentleşme gerçekleştirilebilir.

Bilimsel veriler ışığında üretimi yeniden organize eden, üreticiden tüketiciye doğrudan bir beslenme zinciri kuran, gıda üretim ve dağıtım zincirini kamusal denetime tabi tutan, emek eksenli ve dayanışmayı arttıracak yeni bir yapı, ülkemiz insanı, ülkemiz tarımı, kırsal hayat ve tüketici sağlığı açısından en acil gereksinimdir.

Değerli Arkadaşlar,

Uzun bir süredir uygulanan politikalar sonucu geride bıraktığımız yıla da; tarım arazileri, su havzaları, meralar, ormanlar ve zeytinliklerimizi tehdit eden uygulamalar damgasını vurmuştur.

Eskişehir’de büyük ova koruma alanı içinde kalan verimli tarım arazilerine termik santral kurulmak istenmesi, Büyük Menderes Havzasında ve yoğun olarak Aydın ilimizde büyük ova koruma alanı içinde kalan verimli tarım arazilerine, zeytinliklere, incir başta olmak üzere dikili arazilere sınırsız ve kontrolsüz bir şekilde jeotermal enerji santralleri kurulması, Kanal İstanbul Projesi ile İstanbul’un verimli tarım arazilerinin kamulaştırılarak yok edilmesi gündemdedir.

Tarım alanlarının amacı dışında kullanımı yoluyla miktar azalması dışında, son 17 yılda uygulanan yanlış tarım politikaları nedeniyle 2002 yılında 26,5 milyon hektar olan tarım arazileri 23 milyon hektara inmiştir. 2002’de Çiftçi Kayıt Sistemi’ne üye 2,8 milyon çiftçi varken, bu sayı 2019’da 2,1 milyona düşmüş, son 17 yılda 700 bin çiftçi üretimden vazgeçmiştir.

Tarım sektörünün geleceği için öncelikle verimli topraklarımızın ve temiz su kaynaklarımızın korunmasının gerekli olduğuna inancıyla, siyasi iktidarın doğal varlıklar, su ve toprak kaynaklarını tahrip eden girişimlerini dava açarak engelleyen TMMOB ve bağlı meslek odaları da iktidarın hedefi haline gelmiştir. Meslek örgütlerini parçalayarak etkisizleştirecek ve bakanlıkların yönetimine bağlayarak işlevsizleştirecek yasal düzenlemelerle odaların bağımsızlığı ortadan kaldırılmak istenmektedir. TMMOB ve bağlı Odaları, kent içerisinde halkın yaşadığı sorunlara, doğal alanlardaki tahribatlara karşı mücadele etmekte, kamusal yarar ve değerleri korumak amacıyla yürütülen dava süreçlerinde öncü rol üstlenmektedir. Tüm baskılara karşın mühendis, mimar, şehir plancıları ve diğer meslek örgütleri; kamu yararı, meslek ve meslektaş haklarına yönelik mücadelesini sürdürecek, AKP gericiliği, piyasacılığı ve diktasına asla teslim olmayacaktır.

Sözlerime son verirken, stratejik bir sektör olan tarım sektörünün ekonomik, ekolojik, sosyal, politik tüm yönleriyle irdelenerek sorunların saptanacağı ve çözüm önerilerinin belirleneceği Kongremiz için Ziraat Mühendisleri Odamızın tüm temsilcilerine, değerli bilgilerini bizimle paylaşacak uzmanlarımıza ve emeği geçen tüm çalışan arkadaşlarımıza teşekkür ediyorum.

İnsanların aç ve yoksul yaşamadığı, herkesin sağlıklı ve sürdürülebilir beslenme imkânlarına ulaşabildiği, eşit adil bir ülke ve dünya özlemi ile TMMOB Yönetim kurulu adına sevgi ve selamlarımı sunuyorum.