ODALARDAN MARMARA DEPREMİNİN YILDÖNÜMÜNE İLİŞKİN AÇIKLAMALAR

17.08.2015

İnşaat  Mühendisleri Odası, Jeofizik Mühendisleri Odası, Jeoloji Mühendisleri Odası, Kimya Mühendisleri Odası, Makina Mühendisleri Odası, Mimarlar Odası ve Şehir Plancıları Odası 17 Ağustos 1999 Marmara depreminin yıldönümü dolayısıyla birer basın açıklaması yaptılar.

İMO: DEPREM HâLâ ÜLKEMİZİN EN BÜYÜK SORUNUDUR

İnşaat Mühendisleri Odası olarak, 17 Ağustos 1999 depreminin yıl dönümünde, depremin ülkemizin hâlâ en büyük sorunu olduğunu hatırlatmayı toplumsal bir sorumluluk olarak görüyoruz. Çünkü deprem önlemlerini almakta, toplumu depreme karşı bilinçlendirmekte, yapı üretim sürecini ve yapılaşmayı deprem tehlikesini gözeterek düzenlemekte, ilgili mevzuatı deprem gerçeğine göre yeniden ele almakta birinci derecede sorumlu olan siyasi iktidarın konuya yaklaşımını yanlış ve yetersiz buluyor, toplumun güvenle geleceğe hazırlanmadığını düşünüyoruz.

17 Ağustos 1999 Marmara depreminin üzerinden 16 yıl geçti. 16 yıl önce bugün, merkez üssü Gölcük olan ve beraberinde tüm Marmara bölgesini etkileyen 7,4 şiddetinde bir deprem meydana geldi. Binlerce insan yaşamını yitirdi, binlercesi yaralandı, ülke ekonomisi kısa zamanda telafi edilmesi mümkün olmayacak derecede etkilendi. Bilançonun yol açtığı acı depremin toplumsal travma haline gelmesine neden olmakla kalmadı, başta yapı üretim süreci, mevcut yapılar, kentleşme politikası, afet sonrası önlemler, mevzuat olmak üzere yetersizliğimizi, hatalarımızı gün yüzüne çıkardı. Görmezden gelinen, yok sayılan sorunlar dramatik bir olayla varlığını hissettirdi. Türkiye`nin bir deprem ülkesi olduğu gerçeğinin yok sayılmasının bedeli kelimenin gerçek anlamıyla ağır oldu.

Deprem sonrası süreç, bütün bir ülkenin depreme göre yeniden düzenlenmesi noktasında toplumsal konsensüsün oluşmasına tanıklık etti. Konsensüs, "artık hiçbir şeyin eskisi" gibi olmayacağı temennisinde ifadesini buldu. Ancak 12 yıl sonra meydana gelen Van depremi, ne yazık ki, aradan geçen onca zamana ve verilen sözlere rağmen, "bir arpa boyu mesafe alınamadığını" gösterdi. Kaçak yapılaşmanın, sağlıksız kentleşmenin, mühendislik hizmeti almadan yapı üretiminin, yapı denetim sisteminin taşıdığı eksiklik ve zaafların varlığını sürdürdüğü, sadece depreme değil her türlü doğal afete karşı korumasız olunduğu, mevcut olumsuzlukların doğa olaylarını doğal afete dönüştürdüğü, doğal afetlerin geleceğe dönük kaygıları çoğalttığını açığa çıkardı.

Deprem gerçeği ve Türkiye

Türkiye bir deprem ülkesidir. Topraklarının ve nüfusunun büyük bir bölümü deprem tehlikesi altındadır. Türkiye topraklarında 1900`lü yılların başından günümüze otuza yakın büyük ölçekli deprem meydana gelmiş ve resmi kayıtlara göre 100 bin civarında insan hayatını kaybetmiştir.

Türkiye, önemli deprem kuşakları üzerinde bulunmaktadır. Ülke topraklarının yüzde 66`sı 1. ve 2. derecede deprem bölgesinde yer almakta, nüfusu bir milyonun üzerindeki 11 büyük kent, ülke nüfusunun ise yüzde 70`i ve büyük sanayi tesislerinin yüzde 75`i deprem tehlikesi altındadır.

Mevcut yapı stokuna bakıldığında da durumun iç açıcı olmadığı görülecektir. TÜİK verilerine göre ülkemizde 20 milyon civarında yapı bulunmaktadır. Bu yapıların yüzde 60`ının 20 yaş ve üzerinde bulunduğu, büyük oranda ruhsatsız ve niteliksiz olduğu, mühendislik hizmeti almadan veya kısmen alarak ve yapı denetimi olmadan üretildiği, pek çoğunun güçlendirilmesi gerektiği, yine kayda değer ölçüde yapının yıkılarak yeniden yapılmasının zorunluluk olduğu bilinmektedir.

Buna rağmen, daha çok rant amaçlı olan kentsel dönüşüm projeleri dışında, deprem kaygısını giderecek adımlar atılamamış, güvenli yaşam sağlanamamıştır. Kaldı ki kentsel dönüşüm projeleri kapsamında TOKİ tarafından üretilen konutlar yapı denetimden muaf tutulmakta, özellikle yoksul ve dar gelirliler için üretilen konutların bir iki sene içerisinde niteliksizliği açığa çıkmaktadır.

Mevcut yapı stokuna ilişkin verilerin tahminlere dayandığı vurgulanmalıdır. Çünkü ülkemizin ayrıntılı yapı envanteri yoktur. Dolayısıyla mevcut bilgiler güncellenememekte ve merkezi düzeyde kamuoyuyla paylaşılmamakta, güçlendirme çalışmalarının hangi düzeyde olduğu, kaç binanın yıkılıp yeniden yapıldığı, okullar, yurtlar, hastaneler başta olmak üzere kamu binalarının mevcut durumu bilinmemektedir. Marmara ve Van depremlerinde sınavı geçemeyen yapı stokumuzun, bir bütün olarak olası depremde ne tür tepki vereceği ise adeta bilinmeze terk edilmiştir.

Meslek Odaları devre dışı bırakıldı

Odamız yıllardan bu yana, deprem tehlikesi ve deprem önlemleriyle ilgili; mevzuattan yapı üretim sürecine kadar geniş bir yelpazede görüş ve önerilerini defalarca kamuoyuyla paylaşmış, raporlar hazırlamış, ilgili bakanlıkların düzenlediği bilimsel içerikli etkinliklere katılarak değerlendirmelerde bulunmuş, toplum yararına gördüğü her türlü girişime destek verip katkı sağlamış, kendi olanakları çerçevesinde deprem ve ilgili konular bağlamında çok sayıda bilimsel-mesleki etkinlikler, meslek içi eğitimler düzenlemiş, depremin unutulmaması ve duyarlılığın artırılması amacıyla kitlesel eylemler, yürüyüşler organize etmiştir.

Ancak son birkaç yıldır siyasi iktidar mevzuatta kabul edilemez köklü değişiklilere imza atmış, meslek odalarının toplumsal yarar hassasiyetinden kaynaklanan kamu projelerine müdahale etme kanallarını kapatmış, üyelerini denetlemesini, sicillerini tutmasını, mesleki faaliyetlerini kayıt altına almasını engellemiş, "imzacılıkla" ve sahte mühendislerle mücadeleyi zayıflatmış, gelir kaynaklarını önemli ölçüde kısmış, bir taraftan da Meslek Odaları üzerinde mali ve idari denetim kurarak vesayet ilişkisini hayata geçirmek istemiştir. Değişikliklerin Meslek Odalarını güçsüzleştirecek ve Oda-üye ilişkisinin zayıflayacak içeriğe sahip olmasının yaratacağı handikap bir yana, mevzuatın yapı üretim sürecini denetimsizliğe mahkum edecek hükümler içermesinin ve siyasi iktidarın Meslek Odalarını devre dışı bırakmasının topluma pahalıya mâl olacağı açıktır.

Şu nokta özellikle vurgulanmalıdır. İnşaat mühendisliği her zeminde ve her şart altında güvenli ve sağlıklı yapılaşmanın mümkün olduğunu kanıtlayan bir bilim dalıdır. Odamız da, doğrudan insan hayatıyla ilgili üretimde bulunan meslek mensuplarının tek ve merkezi örgütü olarak, inşaat mühendisliği hizmeti almadan yapı üretilmesine karşı çıkmakta, nitelikli olmayan projelere izin vermemekte ve kamu yararı gözetmeyen projelere karşı hukuki alanda mücadele etmektedir. Mühendislik mesleğini önemsizleştirme ve meslek odalarını güçsüzleştirme girişimlerinin yapı üretim sisteminde zaafa yol açma dışında başka bir sonucu olmayacaktır.

Anlaşılan o ki siyasi iktidar ne ülkenin deprem gerçeğinin farkındadır ne de mesleklerin ve meslek odalarının işlevini bilmektedir.

Deprem toplanma alanlarının akıbeti

1999 depremleriyle başlayan süreçte bugün geldiğimiz nokta, sağlıklı kentleşme ve güvenli yapılaşmanın sağlanması, güçlendirme çalışmalarının tamamlanması ve yapı üretim sisteminin işlevsel kılınmasına dönük beklentinin çok uzağındadır ve ilginç ki konuyla ilgili başka sorunların yakıcılığı daha bir hissedilir hale gelmiştir.

Yeni sorunun ismi "Deprem Toplanma Alanları"dır. Bilindiği gibi, başta İstanbul olmak üzere deprem olasılığı bulunan kentlerde vatandaşların depremin hemen sonrasında toplanacağı alanlar tespit edilmiş ve bu alanların yapılaşmaya kapatılmıştı. Örneğin İstanbul`da Geçici İskân Alanı olarak da adlandırılan 470 Deprem Toplanma Alanı belirlenmişti. Ayrıca 562 cadde ise depremden sonra kullanılmak üzere "Birinci Derece Acil Ulaşım Yolu" olarak tespit edilmişti.

Aradan geçen 16 sene içerisinde Deprem Toplanma Alanları`nın pek çoğunun imara açıldığı, ulaşım yolu olarak belirlenen pek çok güzergâhın ise otopark haline getirildiği kamuoyuna yansıdı. Kaldı ki önce belirlenen sonra imara ve otoparka açılan alanlar tek tek sıralandı.

Ciddi deprem tehlikesi altında olduğu bilinen 15 milyonluk büyük bir kentte, 1999 yılında belirlenen alanların bile yetersiz kalacağı açıkken, alanlarda AVM`lerin, lüks konutların yükselmesi, ne yazık ki, ortak kentsel alanları rant kaynağı olarak değerlendirildiğini, rantın insan hayatından daha fazla önemsediğini göstermektedir.

Deprem Toplanma Alanları ile ilgili bilgilerin basına yansıması karşında, Afet ve Acil Durum Başkanlığı (AFAD) tarafından yapılan açıklamanın ise "ibret vesikası" olarak kayıtlara geçtiğini hatırlatmak isteriz. AFAD Başkanlığı`nın 1 Nisan 2015 tarihli açıklamasında hamasetten öte bilgi yer almamakta, hatta "Olası bir afet durumunda İstanbul nüfusunun tamamının geçici barınma hizmetlerine ihtiyaç duyacağı öngörülmemektedir" denilerek, bir kısım alanın imara açılması adeta savunulmaktadır.

Türkiye depreme hazır mı?

Türkiye depreme hazır mı? Bu soruya ne yazık ki olumlu yanıt veremiyoruz. Ne deprem önlemleri ne de afet sonrası hazırlığı ikna edici buluyoruz.

Açıkçası ne sorunlar ne de çözüm sırdır. Konunun birinci derecede muhatabı olan bir mesleğin mensupları olarak, depremlerin yıl dönümlerinde sorunları yeniden sıralamanın, çözümü bir kez daha tartışmaya açmanın haldeki durumumuzu özetlediğinin farkındayız. Ne sorunlar değişiyor ne de güvenli yaşam kuracak adımlar atılıyor. Siyasi iktidarın kentleşme ve imar politikaları bağlamındaki yaklaşımı ve doğal afetleri "kader" gibi gören anlayış ne yazık ki endişelerimizi artırıyor. Kentler deprem tehlikesine değil ranta göre düzenleniyor.

Endişeliyiz. Yapı üretim sürecinin endişelerimizi giderecek şekilde sağlıklı işlemediğinin farkındayız. Lakin endişemiz bu kadarla sınırlı değildir. En azından meslek odalarının, üniversitelerin, bilim çevrelerinin, sivil inisiyatiflerin kamu yönetimi tarafından oluşturulacak ortak bir zeminde bir araya gelerek başlatacağı sürecin, tuhaf ki yine siyasi iktidarın yanlış tutumu nedeniyle sekteye uğratıldığını görmek endişelerimizi artırıyor. Mevcut yapı stoku biz inşaat mühendislerini endişelendiriyor. TOKİ tarafından üretilen büyük konut projelerinin yapı denetim sisteminden muaf tutulması bizleri endişelendiriyor. Deprem toplanma alanlarının imara açılması, yerel yönetimlerin rant odaklı projeler geliştirmesi ve en az diğerleri kadar önemli olmak üzere deprem tehlikesinin görmezden gelinmesi, toplumsal duyarlılığın törpülenmesi endişelerimizi pekiştiriyor.

Biz inşaat mühendisleri geleceğe endişeyle değil, güvenle bakmak istiyor ve bu istediğimizin her daim arkasında olacağımızı kamuoyuna duyuruyoruz. Çünkü toplumsal duyarlılığımız, yaşamın kutsallığına olan inancımız, bilimsel, mesleki gerçeklikler bunu gerektiriyor. Çünkü depreme karşı alınmamış önlemler ülkemizin hâlâ en büyük sorunudur.

Ülkemizin ekonomik-sosyal-siyasal çalkantılı döneminde deprem tehlikesine dikkat çekmenin, deprem duyarlılığını artırmaya gayret etmenin toplumsal ve insani bir sorumluluk olduğunu biliyor ve bu sorumluluğu taşımaya kararlı olduğumuzu kamuoyuna duyuruyoruz.

TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası

 

 

 

JFMO: 17 AĞUSTOS 1999 BÜYÜK MARMARA DEPREMİNİ UNUTMADIK !!!

16 yıl önce bugün; 17 Ağustos 1999 günü saat 03:02`de merkezi Kocaeli-Gölcük olan, endüstrinin ve nüfus yoğunluğunun en yoğun olduğu Marmara Bölgesinde meydana gelen Richter ölçeğine göre 7.4 büyüklüğündeki deprem yaklaşık, 17.479 yurttaşımızın ölümüne, 45.953 yurttaşımızın yaralanmasına, 244.383 konutun hasar görmesine, 25-30 Milyar Dolar zararın meydana gelmesine neden olmuştur.

Geçen 16 yılda maddi kayıplar kısmen karşılanmış olsa da, yaşanan bu afet sonucunda yitirdiğimiz insanların acısını yüreğimizde yaşıyoruz. Deprem sonrası yaşanan büyük acıların temel nedeni mühendislik hizmetlerine yeterince önem verilmemesi, zemin özellikleri dikkate alınmadan konutlar, sanayi tesisleri, ulaşım alt yapıları yapılmasıdır.

Ülkemiz dünyanın en etkin ve yıkıcı deprem kuşaklarından birinin üzerinde bulunmaktadır. Depremler geçmişte olduğu gibi gelecekte olacaktır. Ülkemiz depremle iç içe yaşamak zorundadır. Deprem öncesi, sırası ve sonrası için gerekli önlemler alınmazsa aynı acıların yaşanması kaçınılmazdır. Ülkemiz insanlarının büyük acılarla karşılaşmaması için yetkilileri uyarıyor, duyarlılığa davet ediyoruz.

Bir doğa olayı olan depremin olmasına engel olmak mümkün değildir. Ancak depremlerin doğal afete dönüşmemesi için tedbirler almak mümkündür. Depremden korunmanın en önemli parametresi, zemini ve zemin özelliklerinin iyi bilinmesidir. Zemin özelliklerini belirlemek ve buna göre yapılaşmaya gitmek gerekir. Bu çalışmalar multidisipliner mühendislik çalışması olmalıdır. Bunun yanında Yasa ve Yönetmelikler çıkarılırken insanımızın mal ve can güvenliği ön plana alınarak, bir mühendislik dalını diğerine üstün kılmadan bilimsel veri ve gerçeklere dayalı ortak çalışmalar olması sağlanmalıdır.

4708 sayılı Yapı Denetim Uygulama Yönetmeliğinde Jeofizik Mühendisleri laboratuvar denetçisi ve jeoteknik etüd sorumlusu olarak görevlendirilmiştir. Jeofizik Mühendislerinin görevi sadece zemin ve laboratuvar deneyleri ile sınırlı değildir. Mevcut binalarda ve bina yapım süreçlerinde, binalarda yapılan tahribatsız incelemelerde jeofizik cihazlar kullanılmaktadır. Bu kapsamda yeni yapılacak ve mevcut binaların deprem etki ve çekince tehlikesi yönünden testi, betonun deprem parametreleri cinsinden dayanımı, homojenliği ve nem durumu, donatıların yerleri, çapları, korozif özellikleri Jeofizik Mühendisleri tarafından tespit edilmektedir. Bu nedenle, Yapı Denetim Kuruluşlarında jeofizik yöntemlere dayanan  tahribatsız incelemeler için Jeofizik Mühendisi bulundurulması zorunlu hale getirilmelidir.

Yeni yapılacak yapının tüm aşamalarında, tahribatsız beton deneylerinin ve betonda hasarsız mukavemet ölçümlerinin yapılmasında ve yapıların depremsellik analizlerinde kullanılacak depremsellik verilerinin ölçümü için üst yapının çeşitli yerlerinde ve zeminde sismolojik ölçümler alınması 06.03.2007 tarih ve 26454 sayılı Resmi Gazete`de yayınlanarak yürürlüğe giren" Deprem Bölgelerinde Yapılacak Binalar Hakkında Yönetmelik"te yer almaktadır. Yönetmelik gereği binalarda tahribatsız jeofizik incelemeler yapılması ve yapı statik projesine yönelik olarak hazırlanacak jeoteknik  çalışmaların arazide denetlenmesi ve sonuçlarının değerlendirilmesi, üst yapıda tahribatsız incelemeler, yapıların depremsellik analizi Jeofizik Mühendislerinin yetki ve sorumluluğundadır.

Yapı üretim sürecinden bitimine kadar söz konusu çalışmalar içinde yer alan Jeofizik Mühendislerinin, yapı denetim kuruluşları ortağı olarak zemin laboratuvar deneyleri, jeoteknik etüd ve yapıda tahribatsız jeofizik testlerle ilgili proje müellifi ve denetçisi olma zorunluluğunun getirilmesi kamu yararına olacaktır.

Binayı yıkan depremin dinamik parametreleridir. Zeminin dinamik özellikleri Jeofizik Mühendisleri tarafından hesaplanmaktadır. Bu nedenle, depreme dayanıklı yapı üretimi için, zemin etütlerinde mutlaka Jeofizik Mühendisliği çalışmaları olmalıdır. Ada ve parsel bazlı tüm yapılaşmalarda mühendislik hizmeti olmayan hiçbir uygulamaya ruhsat verilmemelidir.

 Deprem öldürmez bina öldürür, sağlam zeminlerde sağlam binalar yapılırsa ve önlemler önceden alınırsa yaşadığımız depremlerin yol açacağı can ve mal kayıpları azaltılabilir. Sağlıklı ve güvenli kentleşmeler için yapı üretimi ve denetiminin bilimin ve mühendisliğin yol göstericiliğinde olmalıdır.

TMMOB Jeofizik Mühendisleri Odası olarak 17 Ağustos`u unutmayacağız, unutturmayacağız. Halkımızın daha iyi yerleşim alanlarında ve daha güvenli yapılarda yaşama hakkını hep savunacağız.

Yaşadığımız depremlerde yaşamını yitiren vatandaşlarımızı saygıyla anıyoruz.

17.08.2015

TMMOB JEOFİZİK MÜHENDİSLERİ ODASI 

XV. DÖNEM YÖNETİM KURULU

 

 

JMO: BASINA VE KAMUOYUNA

 

17 Ağustos 1999 Marmara Depremi‘nin üzerinden 16 yıl geçti. 17 Ağustos 1999 tarihinde Kocaeli ve 12 Kasım tarihinde Düzce`de binlerce yurttaşımızın yaşamını yitirmesine, on binlerce yurttaşımızın da yaralanmasına yol açan depremler, yaşadığımız en acı felaketlerden biri olarak, tarihteki yerini almıştır. Geride yalnızca yıkım ve acı bırakan önemli olaylar, genellikle anımsanmak istenmez. Ancak, 17 Ağustos, afetlere karşı güvenli bir yaşam için sönen umutları yeniden canlandırmak, yurttaşlarımıza güven duygusunu yeniden kazandırmak ve depremle yaşamayı öğrenebilmemiz için, bize sorumluluklarımızı sürekli anımsatan bir tarih olmuştur.

Artık hepimiz biliyoruz ki ülkemizin, tektonik, jeomorfolojik yapısı ve sahip olduğu iklim özellikleri nedeni ile büyük can ve mal kayıplarına yol açan doğal afetlerle sık sık karşılaşmaktadır ve karşılaşmaya bundan sonra da devam edecektir. Mevcut deprem bölgeleri haritamıza göre; topraklarımızın %66‘sı 1`inci ve 2`inci derece deprem bölgesinde bulunmaktadır.

Konutlarımızın %44`ü 1. derece, % 25`i 2. derece deprem bölgesinde yer alırken, nüfusumuzun yaklaşık 34 milyonu yani  %43`ü 1. derece, yaklaşık 22 milyonu yani %30`u 2. derece deprem bölgesinde yaşamaktadır. Yapılarımızın ve ülke nüfusunun büyük bir çoğunluğunun bulunduğu 1. ve 2. derece deprem bölgelerinde büyük bir deprem olma olasılığı her zaman vardır ve yüksektir. Sadece depremler yüzünden, 1900`lerden bu yana yaklaşık 100 bin vatandaşımız hayatını kaybetmiş, 500 bine yakın yapımız hasar görmüştür. 

Farklı büyüklüklerde yılda ortalama 25 bin depremin meydana geldiği ülkemizde, geçen 16 yıl içerisinde 2002 Afyon depremi, 2003 Bingöl depremi, 2010 Elazığ depremleri, 2011 Simav ve Van depremleri, 2014 Çanakkale depremleri, ülkemiz deprem aktivitesinin önemini bizlere sürekli hatırlatmaktadır.

Çağdaş ülkelerde böyle bir gerçekle karşı karşıya kalan toplumun her kesiminin afet zararlarının azaltılması konusunda kendine düşen görevleri yapması gerekirken, ülkemizin gerçeği olan deprem konusunda; bireyden kamu kurumuna, özel sektörden sivil toplum örgütlerine kadar çok paydaşlı bir yapıda oluşturulması gereken çalışmalar bu güne kadar maalesef ortaklaştırılamamıştır. TMMOB Jeoloji Mühendisleri Odası olarak deprem zararlarının azaltılması konusundaki düşüncelerimiz kamuoyu ile her zaman paylaşılmış, deprem zararlarının azaltılması konusunda ortak çalışma kültürünün oluşturulması konusunda ki çabalarımız da aralıksız sürdürülmüştür.

Bu kapsamda; Jeoloji Mühendisleri Odası olarak gerek bilimsel kurullarımızda, gerekse oluşturduğumuz "Doğa Kaynaklı Afetler ve Afet Yönetimi" çalışma grubumuzda yaptığımız etkinliklerle ve yayınlarımızla sürekli ilgilileri uyarıyor ve bilgilendirmeye gayret ediyoruz.
Ülkemizin deprem gerçeğinin bilincinde olmamıza ve deprem zararlarının azaltılmasına karşı verdiğimiz savaşa rağmen KAYGILANIYORUZ;

Kaygılanıyoruz çünkü;
Türkiye, coğrafi açıdan afet olasılığının yüksek olduğu bir bölgede yer almasına ve tarih boyunca çeşitli büyüklükteki afetlere maruz kalmış olmasına rağmen, sağlıklı yapı stoğuna sahip, güvenilir kentsel çevreler yaratmak konusunda başarılı olamamıştır. Mevcut yapı stoğumuza bakıldığında, ülkemizin depreme karşı savunmasız olduğu görülmektedir. Ülkemizdeki hemen hemen tüm yerleşmelerin, günümüz dünyasının ulaştığı fen ve sanat ile yasal mevzuata aykırı, yasadışı yerleşme ve yapılaşma eğilimlerinin yarattığı sorunlarla yüz yüze olduğu bilinen bir gerçektir. Kentlerimizin büyük ölçüde yerleşime uygun olmayan alanlarda, denetimsiz ve yasalara aykırı yapılaşmalarla biçimlenmiş olması, yaşanan doğal afetlerin kentlerimizde yarattığı tahribatın hem insani hem ekonomik açıdan çok büyük boyutlara ulaşmasına neden olmaktadır. Bu noktada, 1999 Marmara depreminden sonra depremlere çare olacağı anlayışı ile çıkarılan Yapı Denetim Kanunu ve mevzuatı ile 2011 yılından Van depreminden sonra çıkarılan Kentsel Dönüşüm (Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkındaki Kanun) çalışmaları hızla amacından uzaklaşarak "kentsel imar rantının dönüştürülmesi" odaklı hale gelmiş , jeoloji mühendisliği mesleğini ve bilimi yok sayan "ben yaparsam olur" mantığıyla şekillenmesi kaygılarımızı yükseltmiştir.

Kaygılanıyoruz çünkü;
Çeşitli eksiklikleri olmakla birlikte 2012 yılında yürürlüğe giren ülkemizin afet konusundaki ilk strateji belgesi olan Ulusal Deprem Stratejisi ve Eylem Planı`nın (UDSEP-2023) deprem konusunda bir yol haritası olarak geleceğe ilişkin çalışmalarda  bize yol gösteren rehber olacağına inanmıştık. Her strateji belgesinin başlangıcında olduğu gibi sahiplenilen eylem planı, eylemleri yerine getirmekle sorumlu kuruluşlarımızın ilerleyen aşamalarda sorumluluklarını yerine getirmediğini ve yeterince ilgi gösterilmediğini kaygıyla izliyoruz.

Kaygılanıyoruz çünkü;
Deprem konusunda başlatılan olumlu çalışmaların başında gelen Ar-Ge destekli Ulusal Deprem Araştırma Programı projelerinin özellikle de ülkemizdeki aktif fayların detay özelliklerini, deprem tekrarlanma aralıklarını saptayacak olan ve MTA Genel Müdürlüğü koordinesinde yürütülen ulusal boyuttaki paleosismoloji konusundaki çalışmaların desteklenmediğini, verilen Ar-Ge desteği bütçelerinin kısıtlandığını, bilime karşı olan tavrın ön plana çıktığını kaygıyla izliyoruz.

Kaygılanıyoruz çünkü;
Ülkemizin deprem gerçeği bilinmesine ve tüm uyarılarımıza rağmen ilgili kurumların işlettikleri kritik tesislerimizde (barajlarımız, demiryollarımız, okullarımız, köprülerimiz gibi) depreme karşı gerekli tedbirlerin (erken uyarı sistemleri, deprem gözlem sistemleri, yapı sağlığı izleme sistemleri gibi) alınmadığını ve yaşanan büyük depremlerden ders alınmadığını kaygıyla izliyoruz.

Kaygılanıyoruz çünkü;
Ülkemizin afet ve acil durumlarla ilgili sorunlarını çözmek, koordinasyonu sağlamak, sağlıklı bir kentsel dönüşümü gerçekleştirmek, çevre felaketlerini önlemek ve planları hayata geçirmek üzere kurulmuş olan ilgili kurumların ‘risk yönetiminden` ziyade ‘kriz yönetimi` odaklı çalışmalara yoğunlaştıkları, eskiden olduğu gibi zarar azaltma yerine "yara sarma" politikasını ısrarla sürdürdüklerini kaygıyla izliyoruz.

Kaygılanıyoruz çünkü;
Depremler sonrası ortaya çıkan büyük hasar tablosunun, ülkemizin sosyo-ekonomik düzeyi ve gelişmişliği ile de ilgili olduğunu, uzun zamandan beri alınan yanlış kararların ve uygulamaların sonucu olduğunu artık herkes kabul etmektedir. Ancak tüm bu gerçeklere rağmen, sorunların sebebi olarak sadece müteahhitleri, belediyeleri, bazı kamu birimlerini veya sadece bazı meslek gruplarını gören bir anlayış ile sorun basite indirgenmektir. Siyasi bir irade eksikliği başta olmak üzere, toplumun tüm kesimleri, ilgili tüm meslek grupları ile tüm özel ve kamu kurum ve kuruluşlarının bu sorunun ortaya çıkmasında görece sorumlu olduklarını, aynı zaman da sorunun muhatabı oldukları ve çözümün bir parçası olmaları gerçeğinin farkında olmaları gerekmektedir. Bu farkındalığın hala oluşturulamadığını kaygıyla izliyoruz.

Kaygılanıyoruz çünkü;
Jeoloji Mühendisliği mesleğinin "depremle baş edebilme" kavramı içinde yeterince yer almadığını görüyoruz. Yöneticilerin deprem olayını yerkabuğundaki hareketlere bağlı ve ülkemizdeki aktif fay zonları üzerinde sıklıkla gözlenen bir doğa olayı olduğunu, deprem sonucu meydana gelen hasarların da zemine bağlı ülkemizin jeolojik özelliklerinden kaynaklandığını bilmemelerini, anlayamamalarını ve bu konularla uğraşan bilim dalının da Jeoloji Mühendisliği bilim dalı olduğunu kavrayamamalarını da kaygıyla izliyoruz.

Kaygılanıyoruz çünkü;
Uyarılarımıza rağmen; jeoloji mühendislerinin konuyla ilgili kamu kurumlarında, yerel yönetimlerde, özel sektörde yeterince istihdam edilmediğini, mevzuatlarımızda jeoloji mühendisliği meslek disiplinine yer verilmediğini, uygulamalarımızın ve görüşlerimizin yeterince dikkate alınmadığını kaygıyla izliyoruz.

Sonuç olarak, Kaygılarımızdan arınmak istiyoruz
Amacımız, vatandaşlarımızın diğer dünya vatandaşları kadar çağdaş, çevre, plan, fen ve sağlık açısından uygun ve güvenli yaşam mekanlarına sahip olmalarıdır. Ve biliyoruz ki; Ülke ve bölge düzeyinde yerleşim politikalarının fiziki planlamasının hazırlanması, kent ölçeğinde rantsal anlayıştan uzak arazi kullanım planları yapılması, afet etkilerine dayanıklı yapım sistemlerinin teşviki ve stratejisinin geliştirilmesi, uygun mühendislik tekniklerinin sağlanması, Ar-Ge desteklerinin sağlanması, hedeflenen strateji ve planların hayata geçirilmesi ve ilgili tüm kanun ile yönetmeliklerinin afet risklerini azaltma odaklı olarak yeniden düzenlenmesi ve gereği gibi uygulanmasının denetimi bizi istenen sonuca ulaştıracaktır. 

Jeoloji Mühendisleri Odası olarak deprem zararlarının azaltılması konusundaki çalışmalarda varız, var olmaya devam edeceğiz. Mesleğimiz açısından "biz demiştik" kavramını etik bulmuyor, sorumluların gereken tedbirleri almasını talep ediyor ve bunun takipçisi olacağımızı bir kez daha ifade ediyoruz.
Saygılarımızla...
       
TMMOB Jeoloji Mühendisleri Odası
Yönetim Kurulu

 

 

 

 

 

KMO: DEPREM DEĞİL BİLİM VE TEKNİK DIŞI ANLAYIŞ ÖLDÜRÜR

1999 yılında 17 Ağustos ve 12 Kasım tarihlerinde ülkemizde son yıllardaki en büyük iki deprem arka arkaya yaşanmıştır. Bu depremlerin Türkiye`nin ekonomik olarak en gelişmiş bölgesinde meydana gelmesi, insan kaybının yüksek olması, depremin sanayi tesislerini vurması ve meydana gelme olasılığı çok yüksek olan yeni bir depremin yine Marmara bölgesinde beklenmesi gibi nedenler 17 Ağustos ve 12 Kasım depremlerini geçen bu zamana kadar unutturmamış aksine gizlenmeye çalışılan bu gerçeği her yıldönümünde tekrar  tartışmaya açmıştır. 

Ülkemiz deprem riski açısından Dünyanın en riskli bölgelerinden biridir. Topraklarının % 92` si deprem bölgeleri içerisindedir. Nüfusumuzun % 95` i bu bölgelerde yaşamakta,  büyük sanayi merkezlerimizin % 98`i bu bölgelerde olup barajlarımızın % 92` si de deprem bölgelerinde bulunmaktadır. 

Son yıllarda meydana gelen depremler maddi ve manevi olarak ülkemize büyük bir yük getirmiştir. Bu durum sonuçta ülkeyi yöneten, denetleyen, inşa eden;  idari, teknik ve siyasi kimlik taşıyan her bireye ve kuruma önemli sorumluluklar yüklemektedir. 1999 depremlerinde resmi rakamlara göre yaklaşık 20 bin kişi ölmüş ve 16 milyar dolayında da maddi kayıp meydana gelmiştir. Olayın sosyolojik ve psikolojik sonuçlarının ise değerlendirilemeyecek büyüklükte olduğu düşünülecek olursa işin ciddiyeti biraz da olsa anlaşılabilir.

1999 depremleri sonuçlarıyla değerlendirildiğinde yüzde 92`si deprem kuşağı içerisinde yer alan ülkemizin depreme karşı hazırlıklı olmadığı anlaşılır. 17 Ağustos 1999 Marmara Depremi sonrasında  "yapı denetimi" düzenlemeleri adı altında bazı girişimler yapılmışsa da söz konusu yasa ülke gerçeklerinden ve uygulamalarından uzak olduğu için; çarpık, uygulanması zor ve kamusal denetim alanı ticarileşmiş bir durum yaratmıştır. Pratikte, yasa kapsamında mesleki denetim ve belgelendirme görevleri olan TMMOB bağlı odaları dışlayan ve meslek odalarının önerilerine kapılarını kapatan bir yaklaşım egemen olmuştur. Bu nedenle yasa daha sonra birçok kez değiştirilmişse de en son Van da yaşanan  deprem bu acı gerçeği tüm çıplaklığı ile bir kez daha ortaya çıkarmıştır. Gelinen bu aşamada "Deprem Şurası", "Ulusal Deprem Konseyi" gibi oluşumlar da lağvedilerek ortadan kaldırılmıştır. Ülkemizde 20 milyonu aşan yapı stokunun yüzde 70`i ruhsatsız, kaçak ve yüzde 40`ı oturulamaz ve depreme karşı mutlaka güçlendirilmesi gereken bir durumdadır. Birçok kez değiştirilen İmar Yasası ve her tadil edilişinde biraz daha dejenere olan Yapı Denetimi Yasası ile  depreme karşı güçlü yapılar üretilemeyeceği ortadadır. Bu sistem içerisinde yer alan ve hiçbir şekilde denetlemediği, hatta görmediği yapı ve ona ait beton gibi kritik yapı malzemelerini kontrol etme işinin gerçekte çok düşük ücretler karşılığında  sadece evraklara imza atma düzeyine indirgendiği bu sözde denetimin  çok acı bir gerçeğidir.  Keza 4628 sayılı yasa kapsamında inşa edilen bir çoğu depolamalı olan HES`lerin de uzunca bir süre denetim hizmetleri dışında herhangi bir kontrole dahil olmadan inşa edildiği de unutulmalıdır. 

Keza aynı şekilde büyük ölçüde meslek alanımızı ilgilendiren "Deprem öncesinde ve depremler sonrasında kimyasallardan kaynaklanacak tehlikelere karşı stratejik bir plan"`ın olmayışı ve bu zamana kadar hazırlanmamış olma gerçeği de oldukça düşündürücüdür. 1999 depremleri sırasında ve hemen akabinde Kocaeli bölgesinde kimyasalların açığa çıkmasından kaynaklı çok önemli kazalar meydana gelmiştir. Büyük bir sanayi tesisinde tankın aşırı basınca ulaşmasını engellemek için 200 ton susuz amonyak havaya salınmıştır. Başka bir tesiste  500 ton akrilonitril  meydana gelen çatlak sebebiyle tanklardan havaya, suya, toprağa karışmıştır. Keza deprem sırasında bozulan bir yakıt yükleme kolu nedeniyle İzmit Körfezi`ne 50 ton dizel yakıt dökülmüştür. Bir başka fabrikada iki oksijen depolama tankındaki beton destek kolonlarının yapısal olarak hasar görmesi nedeniyle 1200 ton kriyojenik sıvı oksijen serbest kalmıştır. Yine, Tüpraş Petrol Rafinerisinde dört gün boyunca devam eden büyük bir yangın çıkmış, sıvı petrol gazı sızıntısı ve petrol dökülmesi yaşanmıştır. (Bkz:  KMO, DEPREM SONRASI KİMYASALLARDAN KAYNAKLANACAK TEHLİKELER RAPORU]. İzmit Körfezi`nde 350`nin üzerinde büyük ve orta ölçekli işletmede kimyasal hasar tespiti yapılmış ve bu işyerlerinde ağır hasar olduğu ve çoğunda da kimyasal sızıntı olduğu tespit edilmiştir. Kayıtlara geçmeyen ama sonuçları ile vahim olaylara neden olan daha onlarca kimyasal kaynaklı olay tarafımızdan bilinmektedir. 

Bu nedenle özellikle uzmanlarca yakın bir gelecekte olması beklenilen İstanbul depreminde gerek yapı sistemlerinde ve gerekse de kimyasallardan kaynaklanabilecek olumsuz durumları en aza indirgeyecek önlemler alınmalıdır. Bu anlamda;

-           Adına yapı denetim sistemi denilen; gerçekte diplomaların ve belgelerin kiralanması üzerinden yürüyen, gerçekte mühendislik ve denetim hizmetlerinin düşük ücretler karşılığında sorumluluk altındaki işe müdahil olunmadan olunmuş gibi imzaların atıldığı, kağıt üzerinde işleyen bir sistemin acilen gözden geçirilmesi ve değiştirilmesi gereklidir.

-           Yapı Denetim Sisteminde çalışan mühendislerin yaptıkları  ve denetledikleri sorumlu oldukları işi gerçek anlamda denetleyeceği bir sistem kurulmalıdır. Kağıt üzerinde kalan ve bir imza ile gerçekleşen gerçek anlamda denetimin sorunlu olduğu bu sistem yeniden sorgulanmalıdır.

-           Büyük ölçüde meslektaşlarımızın istihdam edildiği Yapı Denetim Beton – Malzeme Laboratuvarlarında denetim yapılarak bir çok yerde  fiili anlamda işin başında bulunmadan kağıt üzerinde gerçekleşen bu mühendislik  durumunun (!)  düzeltilmesi sağlanmalıdır.

-           Yapı Denetim sisteminde çalışabilmek için gerekli belge ÇŞB ile birlikte ilgili Meslek Odalarının temsil edildiği bir komisyonun yapacağı bir kurs ve sınav neticesinde verilmesini sağlayacak yasal düzenlemeye gidilmelidir.

-           Her sektörle ilgili olarak, mülki ve yerel idare ile ilgili diğer kurum ve meslek odası temsilcilerinden oluşan kentsel risk yönetimi kurulları teşkil edilmelidir.

-           Her kent ya da bölge için risk yönetimi planları hazırlanmalıdır.

-           İşyeri Açma ve Çalışma Ruhsatlarına İlişkin Yönetmelikte tanımlanan ‘İlgili Meslek Odalarının Temsilcisi` sorumluluğu gereğince yerel yönetimlerce kurulan ruhsatlandırma komisyonlarına her sektör için ilgili mühendis odası ve temsilcileri dahil edilmelidir.

-           Çeşitli yönetmeliklerle belirlenen kimyasal ve büyük endüstriyel kazaların önlenmesi, yönetilmesi, denetlenmesi gibi konularda sorumluluk sadece ilgili mühendislik disiplinlerine verilmelidir. Bir haftayı aşmayan kurslarla, uzmanlık gerektiren meslek alanlarının herkese açılmasından vazgeçilmelidir.

-           Olası depremlerde meydana gelebilecek kaza senaryoları modellemesi yapılarak önceden sorumlular ve sorumluluklar konusunda görev dağılımı yapılmalı ve önlemler alınmalıdır

-           Depremin beklendiği bölgelerde kimyasal maddelerin envanteri çıkarılarak olası bir depremde bu kimyasalların ve bunlardan kaynaklanabilecek sorunların nasıl bertaraf edileceği belirlenmelidir.

Saygılarımızla kamuoyuna duyurulur….

TMMOB

Kimya Mühendisleri Odası

44. Dönem Yönetim Kurulu

 

 

 

MMO: 17 AĞUSTOS 1999 MARMARA DEPREMİ VE SONRAKİ DEPREMLERDEN RANT UĞRUNA DERS ÇIKARTILMAMAKTA, SOSYAL AFET VE YIKIM TEHLİKESİ ARTMAKTADIR

17 Ağustos 1999 Marmara Depremi ve Sonraki Depremlerden Rant Uğruna Ders Çıkartılmamakta, Sosyal Afet ve Yıkım Tehlikesi Artmaktadır

TMMOB‘ye Bağlı Odaların Görev ve Yetki Alanına Giren Kamusal Nitelikli Mesleki Denetim, Yeterlilik, Eğitim ve Belgelendirmeye Dayalı Yeni Bir Yapı Denetimi Modeli Benimsenmelidir

Ülkemiz topraklarının, sanayinin ve barajların büyük kısmı aktif deprem kuşağının üzerinde yer almakta; ancak deprem çok disiplinli bir mühendislik, mimarlık, şehir plancılığı alanı olmasına karşın bu disiplinler rant uğruna dışlanmaktadır. 17 Ağustos 1999 Marmara Depremi sonrasındaki "yapı denetimi" düzenlemelerinde kamusal denetim alanı ticarileştirilmiş, katılımcılığı ve meslek odalarının önerilerini dışlayan yaklaşım tamamen egemen olmuştur. Yapı Denetim Yasası‘nda kamu yapıları denetim dışı tutulmuş ve TMMOB‘ye bağlı ilgili Odaların yasa ve yönetmeliklerce tanınmış görevleri içinde bulunan mühendislik, mimarlık hizmetlerinin mesleki yeterlilik, eğitim, belgelendirme, denetleme gereklilikleri dışlanmıştır. Bu durum ile Gezi Parkı Direnişinin ardından TMMOB‘ye bağlı Odaların mesleki denetim yetkilerinin kısıtlanmaya çalışılması birbiriyle ilişkili neoliberal bir politika hedefidir.

Planlama, mühendislik, mimarlık, yapılaşma ve denetime ilişkin sistemik sorunları yansıtan ve yüzyılın afeti olarak da anılan1999 Marmara Depreminden hiçbir ders alınmadığı; Deprem Şurası, Ulusal Deprem Konseyi gibi oluşumların devre dışı bırakılması ile, 2011 yılı sonundaki Van depremi sonucu oluşan sosyal yıkım tablosu ile, yeni mevzuat düzenlemeleri, rant eksenli kentsel dönüşüm programları ve bütün ülkenin imara açılması ile tekrar tekrar ortaya çıkmıştır.

2011 yılındaki Kanun Hükmünde Kararnameler (KHK) ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı yerel yönetimlerin yapı, ruhsat vb. yetkilerini de üstlenmiş, TOKİ‘ye çok özel yetkiler verilmiş, "kentsel dönüşüm" iktidarın elinde merkezileştirilmiş, TMMOB‘nin merkezi vesayete tabi kılınması istenmiştir. Aynı KHK‘ler ile bütün ülke imara açılmış, Yapı Denetimi Yasası‘nda denetim dışı yapıların sayı tür ve dağılımında önemli değişiklikler yapılmış, yasanın denetim kapsamı daraltılmış, denetimsiz yapılaşmanın sınırları genişletilmiştir.

Ulusal Deprem Stratejisi ve Eylem Planı 2012-2023 (UDSEP) da aynı kapsamdaki yeni mevzuat ve uygulama sistemine dair önemli ipuçları sunmuştur. Neoliberal serbestleştirme politikalarında önemli bir yer tutan "kamu-özel sektör işbirliği" yöntemi ile deprem gibi kompleks ve tamamen kamusal düzlemde olması gereken bir alanın özel sektöre terk edilmesi doğrultusunda yeni adımlar öngörülmüş, bölgesel kalkınma ajanslarına depremle ilgili sorumluluk verilmiştir. "Serbestleştirme, özelleştirme, sivil toplumu güçlendirme ve yerelleşme" bağlamlı, kamu kaynaklarını ve kamu erkini ayrıcalıklı biçimde kullanan, yasama-yargı denetimini dışlayan, özel sektör ve uluslararası sermaye kuruluşlarıyla iç içe olan bu ajansların, yerel kaynaklar ile kentleşme-yapılaşma alanını sermayeye nasıl sunacağı, önümüzdeki yıllarda daha net olarak görülecektir. TMMOB‘nin tüm uyarılarına karşın mühendislik, mimarlık uygulama, hizmet ve örgütleri bu "strateji" belgesinde de dışlanmıştır.

Onuncu Kalkınma Planı‘nda da, "Kentsel dönüşümün doğurduğu değer artışlarından kamuya kaynak sağlanması" ve "Özel sektör tarafından geliştirilen kentsel dönüşüm proje sayısının artırılması" amaçlanmıştır. Planda ayrıca "teknik müşavirlik firmalarının inşaat sektörünün tüm üretim süreçlerinde ve kamu-özel işbirliği projeleri ile kentsel dönüşüm gibi alanlarda daha etkin faaliyet göstermeleri temin edilecektir" denilerek mühendislik, mimarlık hizmetlerinin kamusal niteliğinin özel sektör lehine tasfiyesi açık bir şekilde yer almıştır.

Onuncu Plan, "yaşam mekânlarının ekonomik gelişme ve rekabetçiliği destekleme"ye tabi kılınmasını hedeflemiştir. "Batıdan doğuya ve gelişmekte olan ülkelere kayan üretim yoğunluğu ile uluslar üstü boyut kazanan yer seçimleri ve şehirlerin rekabetçiliğini öne çıkaran yeni bir bölgesel gelişme ve şehirleşme" yaklaşımı "kentsel imaj yönetimi ve markalaşma" ile cilalanmıştır. Planın mantığı, "kentsel dönüşüm ihtiyacının büyüklüğüyle ortaya çıkardığı iş hacmi" yaklaşımıyla belirlenmiştir. Plan, "meslek örgütleri, odalar, STK‘lar ve özel sektör örgütlerinin hizmet kapasitelerinin geliştirilmesi ve kendi aralarındaki ağ yapılarının güçlendirilmesi" belirlemesiyle bu kuruluşların yeni sermaye birikimi-rant politikalarına tabi kılınmasını da hedef olarak belirlemiştir. Plan, doğal afetler konusunu, iktidar ve sermaye çevrelerinin sınırsız kâr-rant amacına tabi kılmıştır.

İktidar, birçok kez değiştirdiği İmar Yasası ve Yapı Denetimi Yasası‘nda yaptığı değişikliklerle, Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Yasa‘nın devamı niteliğindeki düzenlemelerle, Yapı Denetimi Uygulama Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik ve Planlı Alanlar Tip İmar Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik ile; yapı üretim ve denetim sürecindeki mühendislik-mimarlık projeleri arasındaki bağları bilimsel-teknik gerekliliklerden koparmakta, bu hizmetlerin kamusal niteliğini teknik müşavirlik kuruluşları aracılığıyla büyük ve büyümesi istenen sermaye güçleri lehine tasfiyede yeni adımlar atmaktadır.

Türkiye‘deki yapı stokunun büyük bir kısmı ruhsatsız ve kaçak, büyük bir kısmı 20 yaş üzeri konutlardan oluşmakta, yarıya yakını oturulamaz ve depreme karşı güçlendirilmesi gerekir durumdadır. Bu noktada yapı denetimi konusu birinci derecede önem taşımaktadır. Ancak bu konu afet, risk, kentsel dönüşüm, imar, kamu arazileri kavramlarını da içeren mevzuat değişiklikleri ile kentlerden başlayarak tüm ülke topraklarını yeni sermaye birikimi politikaları kapsamında kâr-rant unsuru haline getirilerek istismar edilmektedir. Yargı kararlarına karşın tüm plan ve dönüşümlerle kentlerimiz, kırlarımız, kıyılarımız, ormanlarımız ve tüm doğal çevremiz yoğun rant projeleri ablukası altındadır. Hemen her ölçek için kullanılan dönüşümkavramı, bugün finansal olarak "arazi geliştirme" anlamında kullanılmaya başlanmış, özellikle peyzaj alanları olan bölgelere rant amaçlı yönelim artmıştır.

Depremlere karşı bütünlüklü önlemler ve sağlıklı, insanca bir yaşam ve çevre için, mevcut Yapı Denetim Yasası‘nın öngördüğü, ticari yanı ağır basan yapı denetim şirketi ve planda öngörülen teknik müşavirlik şirketi modeli yerine uzmanlık ve etik niteliklere sahip yapı denetçilerinin etkinliğine dayalı, meslek odalarının sürece etkin katılımını sağlayacak yeni bir planlama, tasarım, üretim ve denetim süreci modeli benimsenmelidir. Bu noktada uyarıyoruz: Yapı denetimi uygulamasını yönlendiren kararlar ve ilgili tüm mevzuatın, TMMOB ve bağlı Odalar, üniversiteler ve ilgili kesimlerin katılımıyla düzenlenmemesi durumunda ülkemizi yeni büyük sosyal afetler, sosyal yıkımlar beklemektedir. Depremlere karşı önlemler bütünlüğü, güvenli yapılaşma ve halkın kent ve çevre hakkı için neoliberal piyasacı yaklaşımlar reddedilmelidir.

Ali Ekber Çakar

TMMOB Makina Mühendisleri Odası Başkanı

 

 

 

MİMARLAR ODASI: RANT ODAKLI KENTLEŞME POLİTİKALARINA SON VERİLMELİDİR!

7 Ağustos 1999 tarihinde yaşanan Kocaeli İli Gölcük İlçesi merkezli Marmara Depremi; gerek büyüklüğü, gerek etkilediği alanın genişliği, sebep olduğu kayıplarla ülkemizin son yüzyılda yaşadığı en büyük felaketlerdendir. Yaşanan yıkım ve kayıplara sebep olan rant odaklı planlama, kentleşme ve yapılaşma politikaları; merkezi-yerel yönetimlerce felaketin 16 yıl ardından devam ettirilmektedir.

2011 yılında yaşanan Van Depremi; kamu arazileri, orman, otlak, mera ve tarım arazileri, kıyılar gibi tüm kırsal ve kentsel alanların rant amacıyla yağmalanması sonucu afetlere karşı güvensiz hale gelen şehirlerimizin taşıdığı riskleri bir kez daha gözler önüne sermiştir.

Yaşanan tüm acılara ve kayıplara rağmen; uygulamaya geçirilen mevzuat ve düzenlemeler, kentsel ve kırsal alanlarda bütüncül planlama anlayış ve yaklaşımıyla afet riskini azaltacak çözümler sunmamaktadır. Yapı üretim sürecinde kamu denetimi devre dışı bırakılmış; 4708 Sayılı Yapı Denetimi Kanununa dayalı yapı denetim sistemi çökmüştür. TOKİ’nin aracılık ettiği rant projeleri ile 600 binden fazla konut ise herhangi bir denetim olmadan üretilmiştir.

Tüm bu süreçte; kentlerin bilimsel planlama ve şehircilik ilkeleri çerçevesinde yapılaşması için caba gösteren ve çalışmalarını yürüten Meslek Odalarının rapor ve önerileri merkezi yönetimce dikkate alınmamakta, yetkileri kısıtlanarak işlevsizleştirme ve baskı altına alma politikaları güdülmektedir. İktidarın baskıları, ayrıcalıklı imar izinleri ile gerçekleştirilen; sağlıklı ve güvenli olmayan rant düzenine karşı çıktıkları için son zamanlarda karalama, iftira ve saldırılarla sürdürülmektedir.  

Yerel yönetimlerin siyasi iktidarca yürütülen merkezi yönetime bağımlı hale getirilmesi sonucu; sağlıklı ve güvenli yapılaşmayı sağlayan kamusal denetimin yerini “afet riski altındaki alanların dönüştürülmesi” adi altında yürütülen rant odaklı dönüşüm karaları almıştır. Alınan bu kararlarla kentlerimiz fiziki afetlerle birlikte sosyal afetlere de açık hale gelmiştir.

13 yıldır kesintisiz süren AKP İktidarları döneminde afetlere hazırlık bakımından var olan sorunlar giderilmediği gibi daha da büyümüştür. Afet riskleri her bakımdan artmıştır. Bununla birlikte kamusal hizmetlerden halkın yararlanmasını kolaylaştıran; sağlıklı ve güvenli yaşam çevreleri oluşturan; sosyal barışı destekleyen eşitlikçi ve özgürlükçü kentsel mekânları örgütleyen bir kamu yönetimi anlayışı tamamen terk edilmiştir.

Afetlere hazırlık için öncelikle rant odaklı kentleşme politikalarına son verilmesi; afet ve afet sonrası süreçlerin yönetimi hakkında merkezi-yerel yönetimlerce geliştirilecek politikaların bilim insanlarını, meslek odalarını, akademik kuruluşları ve ilgili tüm kesimleri dikkate alarak oluşturulması gerekir.

Mimarlar Odası olarak, mimarlık ve şehircilik ilkelerine aykırı gerçekleştirilen planlama ve yapılaşma gerçeği karşısında; kimlikli, yaşanılır, sağlıklı ve güvenli kentlerin oluşturulması için çabalarımızı sürdürmekte kararlıyız. Bu konudaki deneyim, birikim ve bilgilerimizi kentsel dönüşüm baskısı altındaki kentlerimiz için her koşulda ve toplum yararına kullanacağımızı bir kez daha yineliyoruz.

Değerli kamuoyumuza saygı ile duyurulur.

TMMOB MİMARLAR ODASI 

 

 

 

ŞPO: 17 AĞUSTOS 1999 DAN  BU YANA DEĞİŞEN BİRŞEY YOK... SESİMİZİ DUYAN VAR MI?

Büyük kayıplar verdiğimiz 17 Ağustos 1999 Marmara Depremi‘nin üzerinden 16 yıl geçti. Geçen bu sürede ne Türkiye‘nin deprem ülkesi olduğu gerçeği değişti, ne de afetlere çanak tutan rant odaklı uygulamalardan vazgeçildi.

Marmara depremine, Düzce, Elazığ, Van depremleri, depremler üzerine de birçok insanımızı kaybettiğimiz İstanbul, Ankara, Karadeniz`de yaşanan seller eklendi. Korkarız ki, bunlar son olmayacak.

Çünkü hemen her gün işçi ölümlerinin yaşandığı, yapı denetim sisteminin çöktüğü, mühendislik ve mimarlık hizmetlerinin olabildiğince kısıtlandığı,  rant odaklı yapılaşmanın teşvik edildiği kentlerde depremin; derelerin kapatıldığı, yağmur drenaj sistemi ve kanalizasyon altyapısından yoksun hale getirilen kentlerde mevsim yağmurlarının sele, afete dönüşmesi kaçınılmazdır.

Bilimsel planlamanın tamamen sürecin dışına itildiği, oldubittilerle tamamlanan planlama ilkelerine ve hukuka aykırı çılgın projelerin sonu gelmiyor. Bütün bu süreçte siyasi iktidar, her zaman olduğu gibi ekonomik krizleri aşmak ya da destekçilerini zenginleştirmek adına, maddi getiri sağlayan her türden sermaye  yanlısı "büyük proje"nin peşinden koşarken, yaşamsal önemdeki depremi, selleri ve her türlü afet riskini kendince ‘fırsat‘ haline dönüştürerek rantın bahanesi olarak görmekte tereddüt etmiyor, korunması gerekli tarihi, doğal, arkeolojik ve kültürel değerleri yok sayıyor.

Üstelik de, yüzsüzlükte sınır tanımayan kimileri, yargı kararı ile iptal edilen şehircilik ilkelerine aykırı imar planlarını medeniyetin vesikası olarak görüyor. Kamunun mirasını, güvenliğini, kaynaklarını koruyan mühendis, mimar ve şehir plancılarını şeytanlaştırıyor, medeni olmamakla suçluyor, her türlü yalan ve iftira ile yıldırmaya çalışıyor.  

Medeniyet depremlerde onbinlerce vatandaşının ölmemesidir, medeniyet her yağmur yağdığında yolların göle dönmemesidir, medeniyet kent merkezinde yürürken kaldırımın göçmesi sonucu düşüp kilometrelerce sürüklenip ölmemektir, medeniyet kentin tarihi kültürel kimliğinin gelecek kuşaklara aktarılmasıdır, medeniyet doğayla savaşmadan doğa ile birlikte yaşamaktır.  

Oysa ülkemizde, iktidarın planlama, kentleşme, imar, yapılaşma, afet, inşaat, işçi sağlığı iş güvenliği gibi yaşamsal öneme sahip politikalarda izlediği insanı yok sayan tutumu sonucu ölümler sıradanlaşmış kentlerimiz yaşanmaz hale gelmiştir.

Bizler, ne depremlerde, sellerde, çığlarda, dağlarda, ovada, ne sokakta, meydanda, kamusal alanlarda, devletin mekanında ve görevinde, ne de faili meçhul saldırılarda ve terör eylemlerinde artık bir kişinin dahi ölmesini istemiyoruz. 

Barışın, özgürlüğün, eşitliğin olduğu, planlamanın bilimsel temelinde insanca yaşama ortamının sağlandığı hukukun üstünlüğü,  gerçek demokrasinin, katılımcılığın hüküm sürdüğü kentlerimizde,  ölüm korkusu altında olmadan güvenli bir şekilde  yaşamak istiyoruz.

17 Ağustos‘u unutmadık, unutmayacağız, unutturmayacağız!

 

TMMOB Şehir Plancıları Odası Genel Merkez