DÜNYA GIDA GÜNÜ SEMPOZYUMUANKARA
Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO)‘nun kuruluş yıldönümü nedeniyle kutlanmakta olan 16 Ekim Dünya Gıda Günü kutlu olsun.
Dünya Gıda Günü her yıl Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO)‘nun 1945 yılında Kanada‘nın Quebec şehrinde kuruluş günü olan 16 Ekim tarihinde kutlanmaktadır. Bu yıl 61. kuruluş yıldönümünü kutlayan FAO’nun bu yılki teması "Gıda Güvenliği İçin Tarıma Yatırım" olarak seçilmiştir.
FAO‘nun burada amaçladığı, başta gelişme yolundaki ülkeler olmak üzere tüm ülkelerin farklı derecelerde olsa da önemli sorunları arasında olan Gıda Güvencesini gündeme getirmektir. Bu nedenle yeterli gıdaya erişimin sağlanması için tarıma yatırım yapılmasını tüm ülkelerin, uluslar arası kuruluşların öncelikli ilgi alanları arasında yer almasını sağlamaktır.
Her yılın 16 Ekim günü TMMOB ve bağlı odalarının yaptığı bir kutlama günü değildir. TMMOB ve odaları bu gün vesilesi ile uyarı ve bilgilendirme görevini yerine getirmekte, düzenlenen etkinlikler ile bilgi birikimini tüm kamuoyu ile paylaşmaktadır.
Dünyada en büyük sorunların başında açlık gelmektedir. Dünya üzerinde yaklaşık 840 milyon erkek, kadın ve çocuk kronik olarak açlıkla mücadele etmektedir ve bundan çok daha fazla sayıda insan da gizli açlık çekmekte, yetersiz beslenmektedir. Bilindiği gibi açlık, hastalığa ve ölüme yol açar, insanların potansiyel çalışma güçlerini azaltır, çocukların öğrenme kapasitelerini etkiler. Ulusların barış ve refah içerisinde yaşamalarını etkiler. Her ne kadar insanlığın açlık ve gıda güvencesizliği konularında bilinçlendirilmesi hayati önem taşıyan bir konu olsa da, özellikle gelişmiş ülkelerin refah paylarını gelişmemiş ülkeler ile paylaşması günümüzde kaçınılmaz bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Bugün buna kayıtsız kalan yada çözüm yerine polemik üreten bu ülkelere 1996 yılında düzenlenen Dünya Gıda Zirvesindeki imzalarını hatırlatmak gerekir. 1996 yılında bir araya gelen liderler 2015 yılına kadar dünya üzerindeki aç insanların sayısının yarıya indirilmesi üzerinde anlaşmaya varmışlardı.
1996 yılında da FAO tarafından düzenlenen Dünya Gıda Zirvesin‘nde açlığın kaynağını yok etmek için programlar geliştirilmiş ve ülkelerin gıda güvencesi eylem planı hazırlaması kararına varılmıştır. Dünya Gıda Zirvesi Eylem Planı‘nın da "herkes için gıda" olgusu kabul edilmiştir. Zirvede alınan diğer önemli bir karar da 2015 yılına kadar yeterli gıdadan yoksun kişilerin sayısının yarıya indirilmesi hedef olarak benimsenmiştir. Katılımcı ülkeler 7 ortak karara varmıştır;
1. Fakirliğin giderilmesi ve sürekli barışın sağlanması için kadın ve erkeğin eşit katılımı ile sürdürülebilir gıda güvencesini sağlamak;
2. Herkesin ekonomik ve fiziksel olarak her zaman yeterli ve güvenli gıdaya ulaşması ve etkin kullanabilmesi için politika oluşturmak;
3. Sürdürülebilir tarımsal üretimi sağlamak;
4. Dış ticaret politikalarında gıda güvencesini destekleyici sistemler oluşturmak;
5. Erken uyarı sistemleri ile birlikte her zaman acil gıda ihtiyacını karşılayacak yapıyı oluşturmak;
6. Kırsal kalkınmayı teşvik etmek ve güçlendirmek
7. Son olarak da katılımcı ülkelerin eylemleri ulusal mevzuatları içerisinde benimsemesi olarak sıralanmıştır.
Bugüne dek sergilenen çabalara karşın, dünyadaki açların sayısını 2015 yılına kadar yarı yarıya azaltmayı öngören Dünya Gıda Zirvesi ve bununla ilişkili Binyıl Kalkınma Hedefinin gerçekleşmesi için yeterli mesafe alınamamıştır. Eşitsizliği yeniden üreten, var olan politikalarla bu sorunlara çare bulunmayacağını ham hayaller peşinde koşanların kabul etmesi gerekir.
Dünya nüfusunun talebini karşılamak için son 35 yılda 2 katına çıkan gıda arzının gelecek 15 yılda da bir kez daha 2 kat artış göstereceği tahmin edilmektedir. Bu artışla birlikte bitkisel üretime ve hayvancılığa ayrılan alanlar giderek azalacak ve niteliklerini kaybedecektir. Küresel olarak tarımsal üretime bakıldığında yeterli gıdanın varlığından söz etmek mümkündür. Ancak, bu gıdalar bölgeler arasında dengeli dağılmamaktadır. Bu dengesiz dağılım özellikle yüksek nüfuslu Asya ve Afrika ülkelerini giderek artan tehlike altında bırakmaktadır.
Gıda güvencesi, her insanın sağlıklı yaşayabilmesi ve faaliyetlerini sürdürebilmesi için her zaman yeterli ve dengeli gıdaya erişme hakkıdır. Gıda güvencesinin temel dayanağı gıdanın bulunabilirliği ve elde edilmesi, diğer bir deyişle satın alınabilirliğidir. Tüm insanların daimi yeterli, güvenli ve besleyici gıdalara fiziksel ve ekonomik olarak erişimi olduğu zaman gıda güvencesi var olacaktır. BM Gıda ve Tarım Teşkilatı FAO gıda güvencesinin sağlanmasında 4 koşul belirlemiştir;
1. yeterli gıda arzı sunma ya da elde etme;
2. yıldan yıla, mevsimden mevsime arzda dalgalanma ya da eksikliğin olmaması;
3. erişilebilirlik ya da satın alınabilirlik;
4. kaliteli ve güvenli gıda.
Kurumsal ve teknik kısıtların yanı sıra politikaların sık sık değişmesinin yol açtığı tarımda düşük verimlilik; tarımsal yapılardaki çarpık yapılanmalar, yıldan yıla ve dönemsel arz dalgalanmaları; tarım dışı iş olanaklarının azlığı ya da yokluğunun yol açtığı düşük ve belirsiz gelir olarak sıralanabilecek başlıklar ise Gıda Güvencesizliğinin temel nedenleridir ve bu nedenler birbiriyle bağlantılı olduğu için çözümü de zorlaşmaktadır.
Enerji ve doğal kaynaklar hızla artan nüfusun karşılığında yetersiz kalmaktadır. Teknolojinin tarımsal üretimde kullanılmasının hızla artmasına karşılık gıda güvencesi tehdidi devam etmektedir. Bireylerin gıdaya erişimlerindeki düşük verimlilik, dalgalı arz ve düşük gelir gibi temel sorunların ortadan kaldırılıp sürdürülebilir tarımın sağlanması gerekmektedir. Gıda güvencesizliği ve yeterli beslenme problemi ile karşı karşıya kalan bireylerin tarım dışı istihdam olanaklarını artırmak, kırsal alanlarda yaşayanların gıda ihtiyaçlarını üretmelerini sağlamak, pazara yönelik tarımdan çok geçimlik tarım yapmalarını sağlayıcı uygulamalarda bulunmak, verimlilik artışı sağlayacak teknolojilerin uygunluğunu araştırmak ve gerekli durumlarda uygulamak devletlerin öncelikli politikaları arasında bulunmalıdır.
Geçen yüzyılın ortalarına kadar gıda ihtiyacı ve üretimi nüfusun şekillenmesinde en önemli faktörlerden birisiydi. Bu yıllara kadar insan nüfusundaki geometrik artış karşısında gıda üretimindeki doğrusal artışın bir gün mutlaka yetersiz kalacağına ve sonuç olarak açlığın kaçınılmaz olduğuna inanılıyordu. Ancak bu inanış doğrulanmadı. Avrupa‘da gıda kaynaklarında sıkıntı olmadığı halde nüfus artışı yavaşladı, hatta durma noktasına geldi. 1970‘li yıllarda yeşil devrim olarak adlandırılan tarımsal tekniklerdeki gelişmeler ve sonraki yıllarda genetik mühendisliğine varan ıslah teknikleri ile tarımsal üretimde katlamalı bir artış sağlandı. Dünya nüfusundaki artış hızı, gıda üretimindeki artışın gerisinde kaldı. Günümüzde tarımsal üretime ne kadar sermaye yatırılırsa artış o kadar büyük oluyor. O halde açlığın nedeni nüfus fazlalığı değil. Bugünkü açlığın nedeni dünya ekonomik sistemi nedeniyle geleneksel tarımsal yapısı bozulan yoksul ülkelerin gelişmiş ülkeler için kauçuk, kahve, kakao ve pamuk üretirlerken gıda üretimini terk etmeleri, sürdürülmesi mümkün olmayan yöntemlerle doğal kaynakların, toprak yapısının bozularak geri dönüşü zor bir yoksulluğa düşmeleri, küçük üretimin terk edilmesi ve tarımdan çekilen insan gücü, bitmeyen savaşlar, hastalıklar ve tüm bunların altında yatan dünya ekonomik sistemidir.
Gıda güvencesi için tarıma yatırım gibi masum ve önemli görülebilecek nafile önerilerin ve çabaların sonuca ulaşamayacağı bizim açımızdan nettir ve emperyalist kapitalist sistem tarafından uygulamayı düşündükleri programlar açısından da hedefe ulaşılamayacağı açıktır. Verili sistemdeki kapitalist, feodal, yarı feodal ilişkiler tersine çevrilmeden ve tasfiye edilmeden tarım sorunu çözülemeyecektir.
Bu genel itirazın dışında gelişmiş ülkelerin karşılıksız katkılarıyla ve uluslararası kuruluşlar aracılığıyla, yoksul ülkelerde taşkın ve kuraklık gibi doğal afetlerin etkilerini önleyecek temel tedbirler (barajlar, sulama ve drenaj kanalları vb.) alınırsa, tarım reformları yapılırsa, tarımdan nitelikli işgücünün çekilmesine neden olan ülkeler ve bölgeler arası savaşlar durdurulursa; geçici olarak olsa da tarımda bir iyileşme sağlanabilir, dünya halklarının çoğunun yaşadığı gıda güvencesizliği bir nebze azaltılabilir.
Ülkemizdeki durum:
Gıda güvenliği son yıllarda dünyada üzerinde en çok durulan konulardan biri olduğu gibi; ülkemizde de gerek üstlenmiş olduğumuz uluslararası sorumluluklar gerekse gelişen tüketici bilinciyle doğru orantılı olarak önem verilmesi gereken konuların başında yer almaktadır.
Ülkemizde gıda sektörü adına son günlerde en önemli gelişme 5179 sayılı Gıdaların Üretimi, Tüketimi ve Denetlenmesine Dair yasanın yayımlanmasıdır. Bu yasa yayınlandığı zaman da vurguladığımız gibi, birçok yönü ile eksik ve aynı zamanda "AB ile uyum" amacıyla ancak bu uyumu sağlayamamış bir biçimde çıkmıştır. Bu nedenle üzerinden 1 yıl gibi kısa bir süre geçmesine karşın yeniden yayınlanmasına ihtiyaç vardır. Bu amaçla dörtlü hijyen paketi olarak anılan gıda, yem, veteriner ve hijyen yasa tasarıları hazırlanmıştır. Ancak bu tasarılarda önemli sıkıntılar mevcuttur. Bu nedenle bu tasarıların katılımcı bir politika ile sonuçlandırılmaları zorunluluktur.
Gıda güvenliğinin önemi her geçen gün yaşanan olaylarla gözler önüne serilmektedir. Toplum sağlığını olumsuz yönde etkilememek için, yasada öngörülen yönetmeliklerin katılımcı bir anlayışla oluşturularak bir an önce yayımlanması ve uygulamaya geçilmesi büyük önem taşımaktadır. Gıda denetiminin tek elden yürütülmesi bir zorunluluktur. Gıda yasasında tek elde toplanmaya çalışılan yetkiler, daha sonra sergilenen ne varsa yerele devret yaklaşımından nasibini almış; 5179 sayılı yasa Büyükşehir Belediyesi Kanunu ve Belediyeler Kanunu ile delinmiş ve Danıştay kararı ile bu durum sabitlenmiştir. Yetkilerin tek elde toplanması ve Tarım ve Köyişleri Bakanlığı‘nın, yeniden yapılanmasını tamamlayarak; acilen sorumluluğunu yerine getirmek için ilgili meslek disiplinlerinden yeterli sayıda eleman istihdam etmesi gereklidir. Çalışan bir sistem kurulduktan sonra, bazı yetkilerin yerel düzeyde paylaşılması düşünülebilir. Öte yandan, insan sağlığı ile doğrudan ilgili konularda tasarruf tedbirlerinin işletilmesi gerekçesiyle kısıntıya gidilmesinde kamusal yarar bulunmamaktadır.
Gerek tüketicinin güvenli ve gereği gibi beslenmesini sağlanması, gerekse gelişmiş ülkelere yönelik gıda dışsatım pazarımızın büyütülmesi amacıyla Kritik Kontrol Noktaları Tehlike Analizi (HACCP), Gıda İşletmeleri İyi Üretim Uygulamaları (GMP), İyi Hijyen Uygulamaları (GHP) esaslarının uygulanması bir gereklilik haline gelmiştir. Çiftlikten sofraya güvenli gıda üretimi esasına dayalı olarak, risk analizi ve izlenebilirlik gibi 5179 sayılı yasada da yerini alan anlayış bir an önce hayata aktarılmalıdır. Özellikle izlenebilirlik sistemi olarak bilinen çiftlikten son ürüne kadar olan süreçte kontrol ve denetim büyük önem taşımaktadır. Hammaddenin üretim yöntemlerinin, sektörde üretim yapan tesislerin teknik ve hijyenik koşullarının iyileştirilmesi ve çevreye saygılı üretim koşullarının oluşturulması, gıda üretimi kadar gıda sanayisine verilen hizmetlerin de arttırılması ve iyileştirilmesini beraberinde getirecektir. Bu kurallara uyulmadığı takdirde gıda maddeleri dışsatım pazarımız her geçen gün küçülme ve giderek yok olma tehlikesiyle karşı karşıya gelecektir. Önümüzdeki dönem, bu dönüşüm sürecinin mali boyutlarının da sorgulanması gereken bir dönem olacaktır. Hayvan ve bitki sağlığı konusunda gösterilecek ilerlemeler bu ürünleri doğrudan hammadde olarak kullanan gıda sanayisine de olumlu yansıyacaktır.
Bu yıl 16 Ekim Dünya Gıda Günü‘nde Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) tarafından uluslararası düzeyde belirlenen konu "Gıda Güvencesi İçin Tarıma Yatırımdır"
Gelişmiş ülkelerin uzun yıllardır uyguladıkları korumacı ve yayılmacı tarım politikaları, bu ülkelerde arz fazlası üretime neden olurken dünya tarım ürünleri fiyatlarının çakılmasına neden olmaktadır. Bunun sonucunda, gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkeler piyasalarını ucuz gıdaya karşı koruyamamakta ve düşük fiyatlar nedeniyle tarım karlı bir sektör olmaktan çıkmaktadır. Küçük çiftçiler de dâhil olmak üzere yatırım yapmak için sermayesi olan herkes veya her girişimci tarım dışı alanlara kaymaktadır. Örneğin, arazi spekülasyonu veya şehirde küçük işletmecilik daha mantıklı bir yatırım olarak görülmektedir.
Diğer taraftan ise, gelişmekte olan ülkelerin avantajlı bulunduğu ürün piyasalarında uluslararası sermaye tekel yapılar oluşturarak söz konusu avantajı karlı şekilde dışarıya pazarlamakta, yerleştiği ülkede katma değer artışı sınırlı kalmaktadır. Öte yandan, gerekli üretim kapasitesinin ve üretim teknolojisinin kurulması için bu tür yatırımlara büyük ihtiyaç bulunmaktadır.
Bu bağlamda, kamu politikaları tarafından desteklenmediği sürece gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkelerde yeterli tarımsal yatırımın gerçekleştirilmesi mümkün görülmemektedir. Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) tarafından dünya ölçeğinde oluşturulmaya çalışılan liberalizasyon çabaları ve gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkelerin kaynak dağılımını etkin şekilde yapamamaları kamu yatırımları açısından sınırlayıcı olmaktadır.
Kırsal finansman, risk sermayesi ve mikrofinans konularında destek olmayışı tarım işletmelerinin gelişme ihtiyacını neredeyse yok etmektedir. Öte yandan, uluslararası anlaşmalarla bağıtlanan ve gelişmiş ülkelere ürün satabilmek için önemli bir kriter oluşturan gıda güvenliği normları ise, yatırım ihtiyacı doğurmaktadır.
Bir başka açıdan bakıldığında, hatalı ilaç ve gübre kullanımı, genetik olarak değiştirilmiş organizma içeren tohum ve bunların ürünlerinin üretim ve ithalatının kontrolsüz olarak yapılması, hayvansal ve bitkisel ürünlerde kabul edilemez düzeylerde katkı ve kalıntıların bulunması gıda ürünlerinin güvenliğini tehdit etmektedir.
DTÖ bünyesinde yürütülmekte olan ileri tarım müzakereleri kapsamında ülkemiz gibi gelişmekte olan ülkelerin uygulamak durumunda bırakılacağı ticaret sistemi, mevcut tarımsal yapı ile gıda sanayiinin ithalata daha fazla bağımlı kalmasına, ulusal üretimin zayıflamasına ya da ekonomik kaygılarla çevrenin daha da kirletilmesine yol açacaktır. AB‘ye üyelik perspektifi ise iyi kullanılmadığı takdirde gıda üretiminin sürdürülebilirliği noktasında sorunlar doğurabilecektir.
Uygulanan neoliberal politikaların bir sonucu olarak, 1980‘li yıllardan bu yana, tarımsal üretim artışı nüfus artış hızının altında kalmaktadır. 2000‘li yıllarda IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü‘nün dayattığı "politikalar" Türkiye‘yi önümüzdeki dönemde giderek tarım ürünleri dışalımcısı konumuna sürükleyecektir.
Ülkemizin artan nüfusu ve gıda sanayiinin ileriye dönük gelişimi açısından tarımsal üretim potansiyelinin, üretimin çeşitliliğinin ve ekolojik üretim olanaklarının arttırılması yönünde çaba sarf edilmesi kaçınılmazdır. Bu kapsamda iyi tarım uygulamaları çerçevesinde güvenli hammadde kaynaklı güvenilir gıda üretimi için önümüzdeki dönemde daha yoğun ve bilimsel ağırlıklı çalışmalar gerekmektedir. Bu sorumluluğu kamu sektörü, üniversiteler, araştırma kuruluşları, özel sektör, meslek odaları ve demokratik kitle örgütleri ortaklaşa taşımalı ve sürdürmelidirler. Aksi takdirde zaman içerisinde sürdürülebilir tarımsal üretimi risk altına girmiş, gıda güvenliği tartışılır hale gelmiş, dışalıma bağımlı ve gıda dışsatımında sorunlar yaşayan bir ülke haline dönüşmemiz kaçınılmaz olacaktır.
Ülkemiz tarımında uygulanan yanlış ekonomi politikalarına bir yenisi daha eklenmektedir. Şu anda meclis gündeminde olan Tohumculuk Yasası ülkemizin, tarımımızın ve gıda geleceğimizin yok edilmesi anlamına gelmektedir. Gıdamızın güvencesini/egemenliğini çokuluslu gıda ve tarım şirketlerine veren bu yasa diğerlerinden farklıdır. Bu yasa, Amerika‘nın Irak‘ı işgalinden sonra çıkardığı 81 nolu kararnamenin benzeridir. Uluslararası tohum tekelleri, Irak‘ta savaş yoluyla çiftçileri tohumsuz, halkı gıdasız bırakmıştı. Türkiye‘de ise bu tarz bir işgal savaşa gerek kalmadan gerçekleşmektedir. Meclis lobilerinde dolaşan tohum tekelleri milletin meclisini esir almaya çalışmaktadır. Halk bu yasa ile yaşamından koparılmakta ve bu yasa ile çiftçiler, tüketiciler, ekoloji örgütleri görmezden gelinmektedir. Bu yasa, geleceğimizi patent altına alırken bu hakları tarım tekellerine devretmektedir. Bu yasa, halkın gıda güvenliğini ortadan kaldırmaktadır.
TAGEM‘e (Tarımsal Araştırmalar Genel Müdürlüğü) bağlı enstitüler aracılığıyla yürütülen tarımsal Ar-Ge sonucunda, TİGEM‘e ait çiftliklerde tohumların üretilip üreticilere dağıtıldığı tarımsal sistem tamamen yok edilmektedir. Tohum da dahil her türlü girdinin giderek uluslararası şirketlerin eline geçtiği bir sistemde üretici sözleşmeli üreticilikle ürettiği ürününü maliyetine ve maliyetinin altına satmak zorunda kalmaktadır. Tüketici ise üreticinin ürününü, sattığının 6 kat üstünde aynı ürünü tüketmek zorunda bırakılmaktadır.
Bu yasayla, tarımsal çeşit ".. geleneksel ve/veya biyoteknolojik yöntemlerle geliştirilmiş olan genetik yapı" olarak tanımlanmakta ve tescile tabi kılınmaktadır. Yasanın bu maddesiyle, çok uluslu şirketler, bu topraklarda yüzyıllardır, doğanın ve insan emeğinin oluşturduğu tohumları, neye yarayacağını bilmediğimiz biyoteknolojik yöntemle kazandırdıklarını iddia ettikleri sözde "yeni" özellik ile patentlemeye çalışmaktadır. Tohumların patent altına alınmasına, çokuluslu tohum tekellerinin tohum piyasasını ele geçirmesine hak tanıyarak çiftçi haklarının ihlal edilmesine yol açılmaktadır. Tohum üzerindeki toplumsal hakların, tohum şirketlerinin eline geçmesi ile çiftçiler bir ertesi yıla tohumluk ayıramaz hale gelecektir. Bu şekilde tarımsal üretim tarım tekellerinin insafına bırakılacaktır.
Bütün bu gerçeklerin ışığı altında; gıda güvenliği konusunda dünya ölçeğinde yaşanan gelişmelere paralel olarak, denetimin tek elde toplanacağı bir sistemin ülkemizde de kurgulanması ve bir an önce hayata geçirilmesi gerekmektedir. Tarımsal üretimimizin sürdürülebilirliğini temin, bu potansiyele bağlı olarak gıda sanayiinin gelişimini sağlamak, halkın yeterli ve nitelikli gıdaya erişmesini sağlamak ve sağlıklı nesiller oluşturmak için ilgili tarafların bu sürece katılımı sağlanmalıdır. Tarım ve Köyişleri Bakanlığı‘nca gıda alanında oluşturulmaya çalışılan denetim sisteminin değinilen hassasiyetler dikkate alınarak oluşturulması ülkemiz yararına olacaktır.