IX. ULUSAL UÇAK, HAVACILIK VE UZAY MÜHENDİSLİĞİ KURULTAYI/5-6 Mayıs 2017/ANKARA

09.05.2017

Değerli Konuklar,

Değerli Meslektaşlarım,

Sevgili Basın Mensupları,

Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği-TMMOB Yönetim Kurulu adına sizleri saygıyla selamlıyorum.

Makina Mühendisleri Odası’nın bir üyesi ve yıllarca bu kurultaylara katılmış bir meslektaşınız olarak aranızda bulunmaktan duyduğum memnuniyeti dile getirmek istiyorum.

Etkinliğimizin gerçekleşmesine katkı sunan herkese, UHUM/MEDAK üyelerine, Odamız ve Şubemiz Yöneticilerine ve çalışanlarına içtenlikle teşekkür ediyorum.

Oda ve Şube Başkanlarımızın dile getirdiği sorun ve gerçekler yanı sıra, öncelikle belirtmek isterim ki, havacılık ve uzay sektöründe bugün karşılaştığımız sorunların altında yatan ana neden, ülkemizin 2. Dünya Savaşı sonrası emperyalizme bağımlı kılınmasıdır. Bu bağımlılık, sanayileşme ve demokratikleşme çabalarının önündeki birçok engeli anlamamızı da sağlamaktadır.

Türkiye’nin, 1930’lu yıllarda, o zamanki olanaksızlıklarına karşın havacılığa nasıl önem verdiğini sanırım hepimiz biliriz. Ancak ülkemiz uçak üretimi ne yazık ki Marshall yardımı ile birlikte durdurulmuştur. THK Uçak ve Motor Fabrikaları, önce traktör fabrikası, sonra da tekstil makinaları fabrikasına dönüştürülüp kapatılmıştır. Sonraki uçak üretimi “montaj sanayi” özelliğinde ve ABD’ye bağımlı bir çerçevede yürütülmüştür.

Ülkemiz 1950’lerde kapattığı uçak fabrikalarını, ancak savunma alanında karşılaştığı zorluklar nedeni ile 1980’li yıllarda yeniden ve tamamen ABD’ye bağımlı bir biçimde kurabilmiştir.

Havayolu taşımacılığı bu durumdan çok etkilenmiştir. Ulaştırma politikalarının kısa dönemli ve yanlış yaklaşımlarla oluşturulması sonucu yolcu ve yük taşımacılığı, yıllardan beri ağırlıklı olarak karayolu taşımacılığındadır.

Gerek havayolu yolcu ve yük taşımacılığı, gerek havacılık ve uzay mühendisliği ve gerekse ilgili sektörler bu yanlış politikalardan dolayı olması gereken konuma ulaşamamıştır.

Bugün ülkemizdeki yük taşımacılığının yaklaşık yüzde 88,1’i karayolu, yüzde 4,80’i demiryolu, yüzde 6,4’ü denizyolu, binde 7’si havayolu ile yapılmaktadır. Yolcu taşımacılığının ise yüzde 91’i karayolu, yüzde 6,9’u havayolu, yüzde 1,6’sı demiryolu, binde 5’i denizyolu ile yapılmaktadır.

Diğer yandan küreselleşme süreçleri ve büyük bir hızla sürdürülen özelleştirme ve serbestleştirme uygulamalarının yarattığı tahribatlar büyümektedir. Zira önce ABD, sonra da ABD havayollarının küresel ittifaklarında yer alan Avrupalı ve diğer büyük havayollarına büyük bir serbesti tanınmıştır.

Bütün uçuş hatlarına giriş serbestisi, sınırsız kapasite ve uçuş sıklığı, bilet fiyatlarında serbestlik, ülkemiz havaalanlarında kendi personelleriyle yer hizmetlerini gerçekleştirebilme olanağı tanınmıştır.

Kısaca, ülkemiz sivil havacılığına darbe vurulmuştur.

Bu gelişmeler, havacılık sektörü çalışanlarının ve sektörde görev yapan mühendislerin çalışma koşullarını daha da güçleştirmektedir. Uçak, havacılık ve uzay mühendislerinin asıl çalışma alanı olan havacılık ve uzay sektöründe az sayıda kurum faaliyet göstermektedir. Türkiye Uzay Ajansı’nın kuruluşu bile 2023 yılı için planlanabilmiştir.

Her yıl üniversitelerimizden 150’den fazla uçak, havacılık ve uzay mühendisi mezun olmaktadır. Ancak havacılık ve uzay sektörü, mezun sayısının en fazla yarısına istihdam olanağı sağlayabilmektedir.

Üyelerimiz meslek alanları dışında çalışmak zorunda kalmakta veya mesleklerine yabancılaşmaktadır.

Sanayi dışında meslektaşlarımızın çalışabileceği bir diğer alan olan havacılık bakım hizmetlerinde de dünya çapında bir tekelleşme yaşanmakta, serbestleştirme politikaları ülkemizi bu alanda da tehdit etmektedir.

Değerli Meslektaşlarım,

Ulaştırma ve diğer bütün alanlara ilişkin kamu dokümanlarında, serbestleştirme ve özelleştirmelerden, ne yazık ki övgüyle bahsedilmektedir.

Gerçekte bu uygulamaların ülkemizi yoksullaştırdığı, üretim yeteneğimizi aşındırdığı açıkça ortadadır.

THY’nin ne hale düşürüldüğüne Oda Başkanımız konuşmasında değindi. Açık ki, bu hazin durum, ulaştırma alanında 2003 yılından itibaren uygulanan serbestleştirme politikalarının bir sonucudur.

Hükümet Programlarının, plan ve strateji belgelerinin altyapı ve ulaşım bölümlerinde; rekabetçi özel piyasa, serbestleştirme, özelleştirme vurgusu bulunmaktadır.

Bu noktada devreye giren KÖİ/Kamu-Özel İşbirliği modeli; Yap-İşlet-Devret, Yap-İşlet, Yap-Kirala-Devret ve İşletme Hakkı Devri yöntemleriyle uygulanmaktadır. Bu uygulamaların ulaştırma modlarına uyarlanması sonucu, bütün ulaşım türleri ve ulaştırma altyapısı, tamamen özelleştirilmektedir.

Devlet Hava Meydanları İşletmesinin devrettiği 8 terminal ve havaalanı dâhil 22 terminal, Kamu-Özel İşbirliği uygulamaları kapsamında bugün özel sektör tarafından işletilmektedir.

Ülkemizi yönetenler ulaştırma alanındaki yatırımlarla övünmektedir. Ancak ulaştırma yatırımlarının birçoğu özelleştirme amaçlı üçüncü köprü ve havaalanı, Galataport, Haliçport, yüksek hızlı tren vb. projelere yöneliktir. Bu yatırımların tamamı KÖİ kapsamındadır.

Kamu sabit sermaye yatırımlarının GSYH içindeki oranı artık yüzdeler değil bindelerle ifade edilmektedir.

Gerçekler sunulduğu, gösterildiği gibi değildir.

Özelleştirmelerin türevi olan KÖİ uygulamalarıyla, kamusal varlıkların işletme ve kullanma hakkı, on yıllar boyunca paydaş firmalara, yerli-yabancı ortaklıklarına bırakılmaktadır. Ayrıca bu projelere yönelik arsa tahsisi, sigorta primi desteği, enerji teşviki, hizmet alım taahhüdü, abartılı ciro garantileri, bütçe ve denetim dışı tutulmaları gibi hususlarla yatırım ve işletme maliyetinin büyük bir kısmı kamuya bindirilmektedir. Olası zararlar hazineden karşılanmaktadır.

ÇED süreçlerinden muaf tutulan bu projelerle kamuoyunun yakından bildiği üzere çevre de talan edilmekte, ekolojik dengeler alt üst olmaktadır.

Yüksek hızlı tren, Avrasya tüneli, Osman Gazi Köprüsü gibi projelere verilen ciro garantilerinden dolayı daha şimdiden, her gün milyonlarca dolar tazminat ödendiği TBMM tutanaklarına da yansımış durumdadır.

Sevgili Arkadaşlar,

Ulaştırma alanında ülkemizin içerisine düşürüldüğü bu hazin durum, yıllardır uygulanan yanlış ekonomi politikalarının bir sonucudur.

Ülkemiz ekonomisi yıllardır, yüksek oranlı borçlanma ve yoğun ithal girdi kolaycılığının üzerine oturtulmuştur. Üretim-yatırım-tasarruf politikalarının yerini tüketim politikaları almıştır.

Özelleştirme uygulamalarıyla üretken kamu kuruluşlarımızın büyük bir kısmı elden çıkarılmış, elde kalan az sayıdaki kuruluş da idari bütünlükleri parçalanarak ve serbestleştirme uygulamalarıyla etkisizleştirilmiştir.

Tarım ve sanayi gibi üretken sektörler geriletilip, rant dağıtımı merkezli inşaat ve müteahhitlik işleri ile katma değeri düşük hizmetler sektörüne yatırım yapılmıştır.

Bunun sonucu olarak dış borç ve cari açık giderek devasa büyüklüklere ulaşmıştır. Sürekli dış kaynağa, dayalı kılınan ülke ekonomisi, sıcak para girişi azalınca döndürülemez hale gelmiştir. Bir çok işyeri kapanmış, işsizlik tehditkâr boyutlara ulaşmıştır.

Gelinen noktada hükümet ekonomiyi çevirebilmek, mega, çılgın vb. diye anılan ranta dayalı büyük projelere kaynak aktarımı yapabilmek ve borçlanma gereksinimini karşılamak için Varlık Fonu adı verilen bir uygulamaya sarılmıştır.

Geçtiğimiz günlerde, THY, TÜRKSAT, PTT, TELEKOM, BOTAŞ, TPAO, ETİ Maden, ÇAYKUR, Borsa İstanbul, THY, Ziraat Bankası ve Halk Bankası gibi ülkemizin büyük kamu kurum ve kuruluşları ile birçok ildeki hazine arazileri, OHAL ile ilgisi bulunmayan bir KHK ile bütçe ve kamu denetimi dışındaki bu fona devredilmiştir.

Ayrıca İşsizlik Fonu, özelleştirme gelirleri ve Savunma Sanayii Fonunun bir kısmı da Varlık Fonunun kullanımına sunulmuştur.

Bu fonun Yönetim Kurulu tüm bu kurumların, mal varlığını satabilecek, üzerlerine teminat, rehin, kefalet, ipotek tesis edilebilecektir. Bu uygulamalar hakkında hiç bir kamu denetimi mümkün olmayacaktır.

Bu durum, açık ki ülkemizin daha da yoksullaştırılması sonucunu verecek, yaşadığımız sanayisizleşmeye, tarımın tasfiyesine paralel olarak, ulaşım-haberleşme altyapısının da tamamen özel ve yabancı ellere geçmesine yol açacaktır.

Değerli Katılımcılar,

Bu olumsuzluklara, şimdi de 16 Nisan’da yapılan referandumun başa baş sonuçları eklenmiştir.

Oysa rejim/sistem, Anayasal düzen değişimi yapan Anayasalar, bir şekilde ve mutlaka, toplumsal ve siyasal bir mutabakatı, tartışmasız bir halk çoğunluğunu, tartışmasız bir tarihsel meşruiyeti gerektirir. Ancak referandum sonuçlarında böylesi bir meşruiyet yoktur. Aksine büyük bir yarılma söz konusudur.

TMMOB Anayasa değişikliği sürecinin başından beri yapılmak istenen değişiklikleri bütün yönleriyle değerlendirmiş; yaptığı açıklamalar ve yayımladığı dokümanlarla meslektaşlarını ve halkı bilgilendirmeye çalışmıştır.

Toplumun bu değişikliklerin kapsamı üzerine sağlıklı bilgi edinemediğini; söz konusu değişikliğin Anayasaların en temel özelliği olan, iktidar yetkilerinin sınırlandırılması normundan yoksun olduğunu her platformda vurgulamıştır.

TMMOB söz konusu değişikliğin, 15 Temmuz darbe girişimi üzerine ilan edilen ancak demokratik toplumsal muhalefet üzerinde baskı ve sindirme politikalarının uygulama aracına dönüşen OHAL ve medyanın tamamen iktidarın hizmetinde olduğu koşullarda referanduma sunulmasının yanlışlığına da işaret etmiştir.

Nitekim Anayasa değişikliği referandumunun hemen ardından seçim sonuçlarının meşruiyeti tartışılır olmuş, toplumsal kutuplaşma ve toplumdaki yarılma daha da derinleşmiştir.

Tartışmalı sonucun daha şimdiden istikrarsızlık, adaletsizlik ve hukuk dışı keyfi uygulamalara yol açtığı açıklıkla görülebilmektedir. Bu durum her alanda, ülkemize güç kaybettirecektir.

Ancak bütün olumsuzluklara karşın bu referandum süreci, ülkemizde demokratik duyarlılıkların geliştiğini, toplumun en az yarısının mevcut gidişe hayır dediğini, özgür, yasaksız, baskısız, adil ve demokratik koşullarda bir seçim yapılabilse sonucun farklı olacağını göstermiştir.

Şimdi görevimiz, ülkemizin felakete sürüklenmesinin önünü alacak bu demokratik duyarlılıkların daha da gelişmesi ve giderek ülkemizin geleceğini belirleyecek düzeye gelmesi için çalışmaktır.

Sevgili arkadaşlar,

Yapılması gereken açıktır. Bu dışa bağımlı ve rant eksenli politikalardan ivedilikle vaz geçilmelidir.

Planlama yönelimi yeniden benimsenmelidir. Ülkemiz her alanda ve sektörde ülke çıkarlarını ve toplum yararını esas alan orta ve uzun vadeli stratejilerini oluşturmalıdır.

Havacılık ve uzay projelerinde de asıl amaç, yerli sanayimizin gelişmesi için çalışmalarda bulunmak, yerlileştirme oranlarını artırmak, kamusal hizmet ve denetimi geliştirmek olmalıdır.

Bu duygu ve düşüncelerle kurultayımızın verimli geçmesini diliyor, saygılar sunuyorum.

 

Emin Koramaz
TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı