ODALARDAN DÜNYA ÇEVRE GÜNÜ AÇIKLAMASI
5 Haziran Dünya Çevre Günü dolayısıyla ÇMO, JMO, KMO, MMO, MO, PEYZAJMO birer basın açıklaması yaptı.
ÇMO BASIN AÇIKLAMASI
YARATILAN İKLİM BİZİM İKLİMİMİZ DEĞİL
Birleşmiş Milletler Çevre Programı tarafından, Dünya Çevre Günü için 2009 yılının teması "Gezegeninizin size ihtiyacı var- İklim Değişikliği ile Mücadele için Birleşin" olarak belirlendi.
2006 yılından bu yana son dört yıla damgasını vuran konu "iklim değişikliği ve küresel ısınma" olmuştur. Yaratılan bu "iklim"in nedeni geleceğimiz ve insanlık için sorgulanmaya değerdir.
2006, Çöller ve Çölleşme - Kurak Toprakları Terk Etmeyin!
(Deserts and Desertification - Don‘t Desert Drylands!)
2007, Eriyen Buz - Sıcak Bir Konu?
(Melting Ice - A Hot Topic?)
2008, Alışkanlığını Bırak! Düşük Karbon Ekonomisine Doğru
(Kick The Habit! Towards A Low Carbon Economy)
2009, Gezegeninizin size ihtiyacı var! İklim değişikliği ile mücadele için birleşin.
(Your planet needs you! Unite to combat climate change.)
5 Haziran 1972 yılında Stockholm‘de toplanan "Birleşmiş Milletler Çevre ve İnsan Konferansı"nda "temiz ve sağlıklı bir çevrede yaşamanın temel bir insan hakkı olduğu" karar altına alınmıştır. Konferansın önemine istinaden her yıl 5 Haziran‘da ele alınan "Dünya Çevre Günü", dünyanın ve ülkemizin bugün geldiği süreçte çok daha büyük anlam ifade etmektedir. O günlerden bugünlere "çevresel söylem", günümüz kapitalist politikaları içerisinde sadece "sürdürülebilir kalkınma" ilkelerine sıkıştırılmıştır. Bugün, tüm canlılar için temiz ve sağlıklı bir çevrede yaşam hakkını temel alan değil, ekonomik kalkınmayı, piyasayı koşullarını ve kar dürtülerini temel alan bir yaklaşım hakim kılınmaya çalışılmaktadır. Bugün havamız, toprağımız, suyumuz, gıdamız ticarete konu edilerek şirketlerin iştahını kabartmakta, "çevreci" yaklaşımlar ise yaşam alanlarımızı yok eden tüm bu acımasız politikaların kılıfı olmaktadır.
Çevre sorunlarını bilimsellikten uzak, parçacı ele alan sığ yaklaşım "küresel ısınmaya bağlı küresel iklim değişikliği" konusuna da çözüm getirmekten uzak görünmektedir. Sadece hükümetler arası protokollere sıkıştırılan konu, "şimdilik" Kyoto Protokolü ile somutlanmıştır. Tamamen ticari bir metin olan bu protokolde yer alan emisyon azaltım hedeflerinin, insan faaliyetiyle artan ısınma etkisini engellemeyeceği bilinen bilimsel bir gerçekliktir. En safdilli bir ifadeyle, bu protokol "birşeyler yapma niyetinin beyanı ve atılacak ilk adımların tarifi" anlamına gelebilir. Ancak durum göründüğü kadar basit değildir. Amacın iklim değişikliğini önlemek değil, "hakkımız" olan her alan gibi bu alanın da ticarileştirilmesi olduğu açıktır. Kimilerinin sorunu, "satılabilir karbon hisseleri" gibi konularda yeterli düzenlemelerin istenen düzeyde yapılamamış olması, dolayısıyla "küresel ısınma ile mücadelenin yeterince ticarileşememiş" olabilir. Bu da ancak bizim iklimimizde değil kapitalizmin ikliminde sorunu olabilir.
Kyoto Protokolü ve Türkiye
Geçtiğimiz bir yıl içindeki önemli gelişmelerden birisi de Türkiye‘nin Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi kapsamındaki Kyoto Protokolü "yükümlülüklerini" imzalaması oldu. Kimileri bu gelişmeyi Türkiye nihayet sorumluluğunun farkına vardı diye yorumlayarak sevinç duydu, kimisi "bekleyelim görelim" dedi, kimisi de "korkacak bir şey yok, imzaladık ama herhangi bir sorumluluğumuz yok" diye avundu.
İlginç olanı, "imzaladık ama sorumluluğumuz yok" diyenlerin imzayı koyanların kendisinin olmasıydı. Peki ama tüm bu tartışmalar ne anlama geliyordu?
Kyoto Protokolü, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Anlaşması‘na taraf olan ülkeleri, farklı gruplara ayırmaktadır. Protokole göre "Gelişmişlik" düzeyine göre ülkelerin farklı yükümlükleri vardır. Bazı ülkelerin sera gazı emisyonlarında artışa izin verilirken, bazı ülkelerin sera gazı emisyonlarını 1990 yılı emisyon düzeylerine göre belli oranlarda azaltması gerekmektedir. Bu oranlar ülkeden ülkeye değişmektedir. Protokole göre, 1990 yılı sera gazı emisyonlarının yaklaşık %5 oranında düşürülmesi hedeflenmektedir. Türkiye‘nin bu gruplandırmada "özel" bir yeri vardır. "Gelişmiş" ülkelerin yer aldığı Ek-A listesinde yer alan Türkiye, "geçiş ekonomisine" sahi olduğunu beyan etmiş ve bu beyanının kabulu ile Ek-A‘da yer almasına rağmen belli bir emisyon azaltım oranı yükümlülüğüne sahip değildir. ("Geçiş ekonomisi"nden kasıt, serbest pazar ekonomisine tam geçişin gerçekleştirilememiş olmasıdır! Yani hala yeterince ticarileştiremediğimiz, özelleştiremediğimiz kastedilmektedir) "Sorumluluğumuz yok" söylemi buradan çıkmaktadır. Yani tartışmalarda bazen işin özü unutularak, bu durumdan nasıl "daha avantajlı" çıkılabileceğinin hesabı yapılmaktadır.
Bu "küresel ısınma tüccarlığı"na karşı, IPCC‘nin (Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli) bulgularını bir kere daha hatırlatmakta fayda vardır. Panel‘in iklim değişikliği ile ilgili kapsamlı raporlarından 2007‘de yayınlanan dördüncü raporda, insan etkinlikleri ile meydana gelen net ısınmaya dair bilimsel veriler ortaya konmuştur. 2500‘den fazla uzman görüşü ile 800 yazar tarafından (450‘si asıl yazar) ve 130‘dan fazla ülkeden katılımla hazırlanan bu rapor bu konuda gerçekleştirilmiş en kapsamlı çalışmadır. Çalışmaları IPCC‘ye 2007‘de Nobel Barış Ödülü‘nü kazandırmıştır. Adı geçen kapsamlı rapordaki çok sayıdaki çarpıcı vurgulardan sadece bir kaçı şunlardır:
- Çoğu bölgede aşırı yağış sıklıkları artmıştır
- 1900‘den 2005‘e, Kuzey ve Güney Amerika‘nın doğusunda, Kuzey Avrupa‘da, Orta ve Kuzey Asya‘da yağışlar belirgin şekilde artmış; Sahel‘de, Akdeniz‘de, Güney Afrika‘da ve Güney Asya‘nın bazı bölgelerinde azalmıştır
- Küresel olarak, kuraklıktan etkilenen toplam alan 1970‘den beri artmış görünmektedir
- Küresel ortalama deniz suyu seviyesi yükselme oranı 1961‘de 1.8 mm/yıl iken, 1993‘te 3.1 mm/yıl‘a çıkmıştır.
- 21. yüzyıl sonundaki deniz seviyesi artışına ait projeksiyonlar 18-59 cm arasındadır.
Yine raporda yer alan bilimsel tahminlere göre:
2020‘de Afrika‘da;
- 75-250 milyon insanın yaşadığı "su stresi" artmış olacak
- Bazı ülkelerde, yağmura dayalı tarım ürünlerindeki verim %50 azalacak
2050‘de Asya‘da;
- Projeksiyonlara göre tatlı su kaynakları azalacak
- Kıyı bölgeleri, özellikle nüfus yoğunluğunun yüksek olduğu büyük delta bölgelerinde büyük deniz taşkını riski altında olacak
Yani kimilerinin iddia ettiği gibi küresel ısınma ve iklim değişikliğiyle ilgili iddialarda bir "abartı" söz konusu değildir. Daha fazla zaman kaybedilmeden, hem ülkeler düzeyince hem de küresel olarak çevre sorunlarına bakış ve "sürdürülebilir kalkınma" retoriği sorgulanmalıdır. Durum, ticari bakış açısını ya da "imzaladık ama korkmayın birşey yapmamıza gerek yok" söylemini kaldıramayacak kadar önemlidir.
Kentleşme, madencilik, tarım, çevre, sanayi ve enerji alanlarında üretim-tüketim ilişkileri göz önünde bulundurulmadığı, bilimsel bilgi ve verilerle sağlıklı analizler yapılmadığı, doğru, akılcı, kamusal politikalar oluşturulamadığı ve bütünleşik bakış açısıyla hayata geçirilemediği sürece sorunun çözülemeyeceği açıktır.
Tüm bu nedenlerle "küresel ısınma" söylenceleri ile felaket senaryoları yazanların, önce ekolojik krizi yaratan sonra da "timsah gözyaşları" döken politikacıların, kar hırsı ile gözü dönmüş sanayicilerin, doğayı ve yaşam alanlarımızı yağmalayan uluslararası tekellerin ve "eli çantalı çevreciler"in yarattığı bu iklim, bizim iklimimiz değildir. Bu yıl yine, Dünya Çevre Günü temasına da damgasını vuran bu iklimin dışında ve ötesinde başka bir "iklimin" mümkün olduğunu biliyoruz ve mücadeleye devam ediyoruz.
TMMOB Çevre Mühendisleri Odası Yönetim Kurulu
JMO BASIN AÇIKLAMASI
5 Haziran 1972 yılında Stockholm‘de toplanan "Birleşmiş Milletler Çevre ve İnsan Konferansı"nda "temiz ve sağlıklı bir çevrede yaşamanın temel bir insan hakkı olduğu" kararı alındı ve 5 Haziran günü Dünya Çevre Günü olarak kabul edildi. 2009 yılı Dünya Çevre Günü‘nün ana teması da "Gezegeninizin Size İhtiyacı Var" , "İklim Değişikliği ile Mücadele için Birleşin" olarak belirlendi.
1972 yılından bu yana aradan geçen 37 yıllık sürede değişen bir şey olmadı, dün olduğu gibi bugün de hala dünyamızın her köşesi kapitalizmin vahşi sömürüsüne, talanına tanık oluyor. Kar hırsının boyutları insanlığın geleceğini tehdit etmeye, dünyayı yok etmeye devam ediyor.
Kapitalizmin yarattığı küresel iklim değişikliği ile dünyanın bir bölümünde aşırı yağışlar ortaya çıkarken diğer bir bölümünde yağışlar azalıyor, kuraklıktan etkilenen topraklar artıyor. Önümüzdeki on yıllarda ise, su sorununun daha da artacağı, tatlı su kaynaklarının hızla azalacağı, tarım ürünleri üretiminin ciddi boyutlarda düşeceği, deniz taşkınlarının olacağı öngörülüyor.
Bir yandan küresel iklim değişikliği dünyamızı etkilerken, öte yandan Anayasada güvence altına alınan sağlıklı ve güvenli bir çevrede yaşama hakkı Türkiye‘de hayat bulmuyor. Afet riskli yaşam çevrelerimizi güvenli hale getirecek önlemler yeterince alınmıyor, ranta dayalı, bilimsel verilerden uzak çarpık kentleşmeler devam ediyor; imar, afet, kentleşme, madencilik, enerji, çevre, tarım, orman, kıyı, turizm alanlarına yönelik yanlış politika ve yasal düzenlemeler ile sularımızın, yeraltı zenginliklerimizin, doğal, tarihî ve kültürel varlıklarımızın yok edilmesine, yağma ve talanına devam ediliyor. Sürdürülebilir kalkınma adı altında aslında bu talanın sürdürülmesinin teorisi yapılıyor, Hasankeyf‘te, Bergama‘da, Eşme‘de, Fırtına Vadisi‘nde, Munzur‘da, Sinop‘ta, Aloinoi‘de, Kazdağları‘nda, tüm bu olumsuzluklar somutlanıyor.
Çevre sorunlarının, siyasal ve ekonomik süreçleri değiştirme ve dönüştürme çabası olmaksızın bazı önlemlerle bitirilemeyeceği açıktır. İşte tam da bu noktada 2009 yılı çevre gününün "Gezegeninizin Size İhtiyacı Var" teması hepimiz için daha bir önemli ve anlamlı bir çağrı haline geliyor.
TMMOB Jeoloji Mühendisleri Odası olarak 5 Haziran Dünya Çevre Gününde bir kez daha ifade ediyoruz; gelecek kuşaklara yaşanası güzel bir dünya bırakmak mümkündür.
Kamuoyuna saygıyla durulur.
TMMOB Jeoloji Mühendisleri Odası
Yönetim Kurulu
KMO BASIN AÇIKLAMASI
Her yıl 5 Haziran Dünya Çevre Günü olarak kutlanmaktadır. Önemli olan bu günün kutlamalar şeklinde geçmemesi, uygulamaya dönük faaliyetlerin sürekli gerçekleştirilmesidir. Gerek ülkemizde gerekse dünyada çevremizi korumaya yönelik uygulamaların yeterince yerine getirilmediği gözlemlenmektedir. Başta savaşlar, savunma sanayi adı altındaki tatbikatlar, nükleer denemeler, orman yangınları, her türlü gaz, sıvı ve katı atıkların yeterince değerlendirilmeden ve arıtılmadan doğaya salınması, verimli arazilerin iskana açılması, insanların hayvanların yaşam alanlarını daraltması, su kaynaklarının bilinçsiz kullanımı, aşırı karbondioksit üretimi ve insan nüfusunun hızlı artışı başta olmak üzere daha birçok etmen çevremizi hızla kirletmemize sebebiyet vermektedir.
Unutulmamalıdır ki, doğa kendi kendini yenileyemeyecek duruma geldiğinde her şey çok geç olacaktır.
TMMOB Kimya Mühendisleri Odası
Yönetim Kurulu
MMO BASIN AÇIKLAMASI
ÇEVRE İLE SANAYİ, KENT, ULAŞIM, ENERJİ POLİTİKALARI BİR BÜTÜNDÜR.
ANCAK BU BÜTÜNLÜK OLUŞTURULDUĞUNDA İNSANCA YAŞANABİLİR BİR TOPLUM EKOLOJİSİ OLUŞTURULABİLECEKTİR
İnsanlık 5 Haziran Dünya Çevre Günü‘nü büyük ekolojik sorunlarla karşılıyor.
Sermaye, yeryüzündeki bütün kaynakları azami kâr hırsı ile acımazsızca tüketirken insan ve doğaya verdiği zarar çok büyük boyutlara ulaşmıştır. Bu durum insanlığa yaşanabilir bir gelecek sunmamaktadır.
Doğal kaynaklar ve verimli araziler, sermayenin kar hırsı uğruna acımasızca peşkeş çekilirken doğal güzellikler ve ekolojik denge sarsılmakta; yanlış sanayileşme, enerji, ulaşım ve kentleşme politikaları sonucunda bir dizi toplumsal ekolojik sorun oluşmaktadır.
Atmosferdeki karbondioksit oranının artışı, ozon tabakasındaki delik, iklim değişiklikleri, kuraklık, seller, cilt kanseri artışı, nükleer ve endüstriyel kirlilik, sulardaki yaşamın zarar görmesi, su kaynaklarının aşırı kullanımı ve kirlenmesi, ormansızlaşma, tarım alanlarındaki verimliliğin azalması, sağlıksız kentleşme, ranta dayalı plansız yapılaşma, kanalizasyon ve kentlerin çöp sorunu günümüzün başlıca çevre sorunları arasında yer almaktadır.
Bütün bu nedenlerle sanayileşme; sosyal, insana dayalı kalkınmacı ve planlı bir yaklaşımla, tarım, çevre, enerji, ulaşım, teknoloji, sağlık, eğitim ve tüm diğer alanlara yönelik politikaları bütünleştiren bir çerçevede değerlendirilmelidir. Ancak, bu anlayışla insan yaşamının geleceğinin sağlıklı ve güvenli tesisi mümkün kılınabilecektir.
Bu nedenle tarım alanlarına sanayi tesisleri kurulmamalı, çarpık kentleşme ve kıyı yağmalanmasının önüne geçilmeli, sanayi atıkları kontrol altında tutulmalı, arıtma tesisleri şart olmalı ve denetlenmeli, atıklar için geri dönüşüm proje ve teknolojileri kullanılmalıdır.
Çevre politikaları; doğru sanayi, enerji, ulaşım ve kentleşme politikalarıyla birlikte su israfı ve kirliliğinin, katı ve tehlikeli atıkların, toprak kirliliğinin, erozyonun, sera gazı salınımının, deniz kirliliğinin kontrolü; biyolojik çeşitliliğin ve doğal kaynakların korunması ve geliştirilmesi, temiz üretim teknolojilerinin kullanılması, çevre dostu yerli, yeni ve yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımı eşliğinde tanımlanmalıdır.
Emin KORAMAZ
TMMOB Makina Mühendisleri Odası
Yönetim Kurulu Başkanı
MİMARLAR ODASI BASIN AÇIKLAMASI
2009 Yılı Dünya Çevre Günü‘nün teması "Yaşama Sahip Çık" olarak belirlendi. Bu çağrı içinde yaşadığımız çevreye tüm Ülke sakinlerinin sahip çıkmasını öngördüğü için özel bir anlam taşıyor. Bu çağrı aynı zamanda çevrenin yaşanabilir bir düzeyde tutulmasının ve bizden sonraki nesillerin de yararlanabilmesi için gerekli önlemlerin alınmasının yaşam hakkı kadar önemli olduğunu ve tüm insanlığın bu bağlamda sorumluluk üstlenmesini vurguluyor.
Böylesine bir çağrıya neden gerek görüldü? Hangi güçler ve etkenler çevremizi tehdit ediyor? 1972 yılında Stockholm Çevre Konferansı‘nda dünyanın doğal dengesinin korunması için insan ve doğal varlıklara öncelik veren bir anlayışın egemen olması gereği ortaya koyuldu. O günden günümüze değin, çevrenin doğal bileşenleri olan hava, su ve toprak ve insanlığın kimi hallerde doğa ile ortak oluşturduğu yapılaşmış yaşam çevreleri global güçlerin kar güdüsünü ve iştahını arttırmakta, koşul tanımayan bu güçler "önce insan ve çevresi" anlayışı yerine "önce ekonomi, tüketim ve kâr anlayışı"nı getirmektedirler. Bu anlayış, finansal kârların tüm değerleri yok ettiği, hemen her şeyi metalaştırdığı bir ortamda doğamızla birlikte tüm hayat kaynaklarımızı da kurutmaktadır.
Su varlıklarının özelleştirilmesi; fosil yakıtların neden olduğu küresel ısınma; hızlı ve kural tanımayan kentleşme; açlık ve yoksulluk ve savaşlar yaşam alanlarımızı daraltmakta, kentsel, doğal ve kültürel değerlerimizi tehdit etmektedir. Bugün çevre kirlenmesi, tüm hastalıkların dörtte birine neden olmakta; nüfus artışı, ekonomik büyüme ve küreselleşme benzeri görülmemiş bir oranda, toprağın kullanımını olumsuz yönde değiştirmekte; kullanılabilir su kaynaklarının büyük bölümü tarımsal sulamaya yönelmekte; kuraklık, artık daha şiddetli ve uzun periyotlu olarak gözlenmekte; tüketim, dengesiz bir şekilde artmakta; canlı çeşitliliğindeki azalma ve iklim değişiklikleri, yerine konulamaz ve onarılamaz kayıplar haline gelmektedir.
Bu gözlemler ve tehditler ülkemiz için de geçerlidir. Ulusal düzeydeki çevre sorunlarının kaynakları arasında iklim değişikliği, su varlığımızın kıtlığı ve kirlenmesi, biyolojik çeşitliliğin yok olması, çarpık kentleşme, doğal ve kültürel varlıklarımızın tahribi ve hatta yok olması yer almaktadır.
Kısıtlı olan su varlığımızı değişik nedenlere bağlı olarak akılcı bir şekilde kullanamıyoruz ve etkili bir biçimde koruyamıyoruz.
Biyolojik çeşitliliğimiz yok oluyor. 135‘i uluslararası öneme sahip olan 500 sulak alanımızda ciddi oranlarda kuruma ve kirlenme mevcut.
Kentlerimiz ranta dayalı büyüme politikalarına teslim olmakta. 2006 yılında 49,5 milyon olan kent nüfusunun 2010 yılında 53,5 milyon olması beklenmekte. Bu tabloya sosyal ve teknik altyapı eksiklikleri de eklendiğinde kentsel yaşam alanlarımızın giderek yaşanamaz hale geldiği görülmekte.
Bitmeyecek ve yerine yenileri gelecek anlayışıyla kullandığımız doğal ve kültürel kaynaklarımız ve değerlerimiz nitelik yitirmekte ve yokolmakta.
Son yıllarda ele alınan Maden Yasası, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma mevzuatındaki değişiklikler, Orman Arazilerinin Satışı ve Kıyı Kanunu gibi konularda Anayasa değişiklikleri girişimleri, Kentsel Dönüşüm Yasaları, tarım arazilerinin korunması ve kullanılmasına yönelik getirilen yeni kurallar, Turizmi Teşvik mevzuatında yapılan ve yapılmak istenen değişiklikler tarım arazilerimizin, ormanlarımızın, kıyılarımızın, doğal, tarihî ve kültürel varlıklarımızın yağma ve talanına sadece birkaç örnektir.
Ulusal gelirimizin önemli bir bölümünü oluşturan turizm sektörü, varlığının en önemli girdileri olan doğal ve kültürel kaynaklarının korunması ve geliştirilmesi için gerekli önlemlerin alınmaması halinde etkinliğini yitirecektir.
Oysa Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, herkesin sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahip olduğunu; çevreyi geliştirmenin, çevre sağlığını korumanın ve çevre kirlenmesini önlemenin devletin ve vatandaşların ödevi olduğunu öngörmüştür. Anayasamız ayrıca, devlete tarih, kültür ve tabiat varlıklarının ve değerlerinin korunmasını sağlaması ve bu amaçla destekleyici ve teşvik edici önlemler alması görevini vermiştir.
TMMOB Mimarlar Odası, oluşturduğu ve kamuya duyurduğu "Türkiye Mimarlık Politikası" metninde de yer aldığı gibi, Anayasa‘daki bu temel hükümlerden yola çıkarak, sağlıklı ve güvenli bir çevrede yaşama hakkının, evrensel ve ulusal hukuk açısından en temel insan hakkı olduğunu; olumlu yapılaşmış çevrenin, sağlıklı ve güvenli bir toplumsal çevrenin ön adımını oluşturduğunu Dünya Çevre Günü nedeniyle bir kez daha vurgulamaktadır.
TMMOB Mimarlar Odası, kamu yönetiminin bütün yurttaşlara olabildiğince eşit yaşama koşulları ve kaliteli yaşam çevreleri sunduğu; tarihsel, kültürel ve doğal değerlerin korunması ve yaşatılması için yeterli kurumsal yapılanmaların oluştuğu; yapılı çevrenin geleceğine ve sorunlarına ortak çözüm arayışın kamu yönetimi güvencesinde, merkezî-yerel yönetim işbirliğiyle, kentlilerin, kentli kuruluşların, toplumun demokratik katılımını içeren eylem programları ile gerçekleşebileceği ortamları hak ettiğine içtenlikle inanmaktadır.
Yaşadığımız küresel sorunlara karşı, "barışın, doğamızın, kültürel gelişmenin ve yaşamın savunulduğu bir gelecek için" küresel dayanışmayı öne çıkarmanın mesleki bir sorumluluk olduğunu bilerek, doğamızın hızla tüketilerek yozlaştırılması ve tahrip edilmesi karşısında, yaşamın sürdürülmesine yönelik politikalar belirlemeyi hedefliyoruz.
Gerek yapılaşmış gerekse doğal çevremizi tehdit eden ranta, ayrıcalıklı imara, yağmaya dayalı kentleşme kararlarına karşı kamudan ve bilimsellikten yana olan yasal mücadelemiz sonuna kadar sürdürülecektir.
BAŞKA BİR DÜNYA YOKTUR, AMA YAŞANACAK BAŞKA BİR DÜNYA YARATMAK MÜMKÜNDÜR.
YAŞAMIMIZA SAHİP OLABİLDİĞİMİZ ÖLÇÜDE, ÇOCUKLARIMIZ DAHA MUTLU BİR DÜNYADA YAŞAYACAKLARDIR.
TMMOB Mimarlar Odası
PEYZAJ MİMARLARI ODASI BASIN AÇIKLAMASI
Ülke değerlerimizin korunması, yaşam alanlarımızın savunulması, biz peyzaj mimarlarının görev ve sorumlulukları arasında yer alıyor. Aslında söylenecek söz çok.. Ama söz! bu görev ve sorumlulukların gerektirdiklerini yapacağız ve yapmaya devam edeceğiz
"Gezegenimizin bize ihtiyacı var. İklim değişikliği ile mücadele için birleşelim!"
Belirli bir alanda bulunan canlılar ile bunları saran cansız çevrelerinin karşılıklı ilişkileri ile meydana gelen ve süreklilik arz eden ekolojik sistemlere ekosistem denir. Karşılıklı olarak madde alışverişi yapacak biçimde birbirlerine etki yapan organizmalarla, cansız maddelerin bulunduğu herhangi bir doğa parçası bir ekosistemdir.
Cansız doğal çevre ile bu çevre içinde yaşamlarını sürdüren canlılar arasındaki ilişkileri ve etkileşimleri inceleyen bilim dalına ekoloji adı verilir.Bir başka ifade ile çevre, bir organizmanın var olduğu ortam yada şartlardır ve yeryüzünde ilk canlı ile birlikte var olmuştur.
Bir ilişkiler sistemi olan çevrenin bozulması ve çevre sorunlarının ortaya çıkması, genellikle insan kaynaklı etkenlerin doğal dengeleri yani ekosistemi bozmasıyla başlamıştır.
Birleşmiş Milletler Örgütü‘nün 1972 yılında İsveç‘in başkenti Stockholm‘de 133 ülkenin katılımı ile düzenlediği zirvede, 5 Haziran tarihi "Dünya Çevre Günü" olarak oybirliği ile kabul edilmiştir. O tarihten bu yana çevre sorunlarına kamuoyunun dikkatini çekmek, halkın katılımını geliştirmek ve politik ilgiyi arttırmak üzere dünya genelinde çeşitli etkinliklerle kutlanmaktadır ve 2009 yılı Dünya Çevre Günü‘nün ana teması ise "Gezegeninizin Size İhtiyacı Var" , sloganı ise "İklim Değişikliği ile Mücadele için Birleşin" olarak belirlenmiştir.
Çevre kirliliği, hava kirliliği, su kirliliği, kıyı kirliliği, ses kirliliği, toprak kirliliği, küresel ısınma, kuraklık, çölleşme, sera gazları, susuzluk, iklim değişikliği, konrolsüz göçler, sulak alanlarımızın yok edilmeleri, sel felaketleri, depremler, ormanlarımızın yanarak veya özelliğini yitirdi diye veya golf sahası yapımı için gözden çıkartılmaları...Turizm adı altında kıyılarımızın plansız şekilde, korunmadan yapılaşmaya açılması... Kültürel ve doğal varlıklarımıza ereken önemin verilmeyişi... bunların hepsi Türkiye‘yi ve dünyayı bir felakete doğru hızlı adımlarla götürmekte...
Tüm dünyada yaşanan bu olumsuzluklara paralel olarak ülkemizde de iktidarda bulunan hükümetler, çıkardığı yasalarla, pek çok konuda gerekli önlemleri almayarak çevrede yaşanan olumsuzlukları göz ardı etmişlerdir.
Türkiye‘nin, küresel ısınmaya karşı Kyoto Protokolüne katılmasının uygun bulunduğuna ilişkin kanun tasarısı, TBMM Genel Kurulunda kabul edilerek yasalaştı. Ancak TBMM 2000 yılında da Avrupa Peyzaj Sözleşmesini imzalamış ve 2003 yılından itibaren de bu yasa yürürlüğe girmişti.. Türkiye atmış olduğu bu imza ile tüm doğal ve kültürel mirasımızı, Türkiye peyzajlarını koruma altına almayı da taahhüt etmişti..Ancak bugüne kadar somut adımlar atılamadı...
AB müzakere sürecinde ve iklim değişikliği sözleşmesine karşın, temiz ve yenilenebilir enerji kaynakları yok sayılmakta, sözde gelişmiş ülkelerin kirli teknoloji transferi bütün hızıyla sürmektedir.
Canlı yaşamın en değerli ekosistemleri ormanlarımız, sulak alanlar ve göllerin kirletilmesi veya yok edilmesinin geri dönüşü olmayan sorunlara yol açacağı görmezlikten gelinip rant hırsıyla imara açıldı.
Alternatifsiz bir kaynak olarak yer altı ve yer üstü su rezervlerimiz giderek azalmaktadır. Bilinçsiz tarımsal faaliyetler ve yanlış su politikaları sorunun başlıca kaynağını oluşturmaktadır.
Topraklarımızı, ormanlarımızı, meralarımızı tahrip etmekte, kimyasal atıklarla biyolojik çeşitliliğimizi yok ederek ve suyumuzu kirletmekteyiz.
Yapılan yanlış uygulamalarla sadece florayı değil faunanın da zarar görmesine ve yok olmasına sebep olmaktayız.
SİT alanlarımızın, sit alan özelliklerinin özenle korunması gerekirken, rant uğruna kolayca gözden çıkartılması, kolayca derece değişikliği yapılarak talan edilebilmektedir.
Kentsel alanlarımızdaki açık ve yeşil alanların geleceğe miras değil de potansiyel yapı alanları olarak görülmektedir.
Sanayi artıkları, spreyler, yakıtlarla ortaya çıkan gazlar, dumanlar, petrol ve ilaç artıkları, plastik ürünler, suni gübreler ve çöpler çevre kirlenmesine sebep olan önemli etmenlerdendir.
Küreselleşmenin yeni bir emperyalist programı olan Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar (GDO) tüm dünyada ve ülkemizde sorun olmayı sürdürmektedir. Açlık sorunu bahane edilerek tohum emperyalizmi ile köylümüz emperyalizmin kölesi haline getirilmek istenmektedir. Ülkemiz yanlış politikalar sonucu tarımda kendi kendine yeterli bir ülke olmaktan çıkartılmış ve besin maddeleri ithal eder hale getirilmiştir.
Yanlış enerji politikaları yüzünden gelinen noktada yüksek fiyatlarla yapılmış doğal gaz anlaşmaları yüzünden hidrolik santrallerimiz neredeyse 1/3 kapasiteyle çalıştırılmaktadır. Hâl böyle iken yeni ve kirli enerji yatırımlarından, nükleer santral yapılmasından söz edilmesi ise anlaşılabilir değildir. Geçmişte kalmış çöp teknolojileri olan nükleer santraller, çözümlenmemiş atık sorunlarıyla ve dışa bağımlı teknolojileriyle ülkemiz enerji gereksiniminin karşılanmasında hiç bir koşulda seçenek olamazlar.
Ülkemizde, yaşam alanlarını yok eden, yer altı kaynaklarını talan eden altın madeni işletmeciliği milli bir sorunumuzdur. Altıncı şirketler bu yolla ülkemiz topraklarının 1/7 sinde söz sahibi olmak istemektedirler.
Çevrenin korunması, çevre kirliliğinin önlenmesi ve çevre sorunlarının çözümüne yönelik gerekli düzenlemeleri içermesi gereken Çevre Yasası yapılan son değişikliklerle pek çok konuda devre dışı bırakılmış, maden arama faaliyetleri, nükleer santraller ÇED kapsamı dışına çıkartılarak yasa işlevsiz bir hale getirilmiştir.
Kıyı yağması, koyların turizme tahsis edilmesi, yapılaşma, yol yapımı ve tersane inşaatı gibi nedenlerle kıyı dolgusu sürmektedir.
Ülkemizde faaliyetini sürdüren sanayi kuruluşları da benzer şekilde tehlikeli atıklarını yasal olmayan yollarla uzaklaştırmaya çalışmaktadırlar.
Hükümet, çıkardığı/çıkartmadığı yasalarla, yaptığı/yapmadığı düzenlemelerle ve projelerle çevremizde, ormanlarımızda, kırsal ve kentsel yerleşmelerimizde onarılamayacak, yıkımlara yol açabilecek düzenlemeler yapan bir hükümet olarak tarihteki yerini almıştır.
Çok zengin bir kültürel-doğal-tarihi mirasa sahip olan ülkemiz aslında sahipsizdir.. Biz doğayı ne kadar korur ve sahip çıkarsak doğa da bizleri korur.
Ülke değerlerimizin korunması, yaşam alanlarımızın savunulması, biz peyzaj mimarlarının görev ve sorumlulukları arasında yer alıyor. Aslında söylenecek söz çok.. Ama söz! bu görev ve sorumlulukların gerektirdiklerini yapacağız ve yapmaya devam edeceğiz...
"dünya bize dedelerimizden miras kalmadı, torunlarımızdan ödünç aldık"
TMMOB
Peyzaj Mimarları Odası
Yönetim Kurulu