II. KENT VE SAĞLIK SEMPOZYUMU BURSA'DA DÜZENLENDİ

13.06.2007

Nilüfer Belediyesi ve Uludağ Üniversitesi'nin birlikte düzenlediği uluslararası katılımlı "Sağlıklı Kent Planlama" konulu II. Kent ve Sağlık Sempozyumu 7-8 Haziran 2007 tarihlerinde Bursa'da gerçekleştirildi. Sempozyuma yurtdışından davet edilen 5, yurt içinden ise 9 konuşmacı görüşü, 14'ü sözel 21'i poster olmak üzere toplam 35 bildiri sunuldu.

Gerek davetli konuşmacılar ve gerekse bildiri sunan uzmanlar günümüz kentlerinin yeterince sağlıklı çevreler olmadığını, yerel yönetimlerin ve planlamadan sorumlu uzmanların bu anlamda yeterince hassasiyet göstermediğini, bu nedenle ortaya çıkan yaşamsal sorunların artmakta olduğunu kamuoyuna sundular. Bunun yanında sorunların temel kaynağı olarak kamuoyu duyarsızlığı, yerel yönetimlerin kayıtsızlığı ve mevcut planlama sistemindeki yetersizlikler üzerinde yoğunlaşıldı. Bildirilerde ve konuşmalarda, Türkiye‘de ve yurtdışında sağlıklı kentsel yaşam çevreleri üretmeye yönelik olarak hazırlanan projeler, uygulamalar üzerinden sağlıklı kent planlama için izlenmesi gereken yöntem ve ilkeler sunularak bu hedefe ulaşmak için büyük ölçekli bütçe ve yatırımlar gerekmediği, öncelikle duyarlılık ve farklı bir planlama yaklaşımının gerekliliği vurgulandı.

Sempozyumda TMMOB‘yi temsilen Yönetim Kurulu Üyesi Fikret Zorlu davetli konuşmacı olarak "Sağlıklı Kentsel Çevre‘nin Algılanışı Üzerinden Meslek Örgütleri-Siyaset-Sermaye Gerilimleri" adlı metni sundu. TMMOB Şehir Plancıları Odası‘nı temsilen Bursa Şubesi Yönetim Kurulu Başkanı Raşit Tuna "Sağlıklı Kent Planlaması Açısından Bursa Örneği" adlı metni, TMMOB Mimarlar Odası‘nı temsilen Bursa Şubesi Yönetim Kurulu Başkanı Melih Türa "Kentler Belediyelere Emanettir" adlı metni sundular. Sempozyuma yurtdışından ve yurtiçinden çok sayıda mühendis, mimar, şehir plancısı, sağlık uzmanı ve siyaset bilimci katıldı.

TMMOB Yönetim Kurulu Üyesi Fikret Zorlu‘nun "SAĞLIKLI KENTSEL ÇEVRE‘NİN ALGILANIŞI ÜZERİNDEN MESLEK ÖRGÜTLERİ-SİYASET-SERMAYE GERİLİMLERİ" başlıklı konuşması şöyle:

"Bu sunuşta, kent mekanının sahibi kimdir, kamu yararı kavramının aşındırılmasına yönelik siyasaların kent mekanı üzerindeki etkileri nelerdir, sağlıklı kentsel çevreler oluşturulamamasının önündeki kuramsal ve pratik sorunlar nelerdir, bu sorunların aşılmasında meslek örgütlerinin rolü ve katkısı nasıl tanımlanmaktadır soruları yanıtlanmaya çalışılmaktadır.

TMMOB mesleki faaliyetlere ve toplumsal yaşama üç yönden müdahil olmaktadır. Birincisi üyelerinin uzmanlık ve çalışma alanlarının tanımı ve denetlenmesi, ikincisi uzmanlık ve birikimlerin sempozyum, kongre ve diğer etkinlikler yoluyla paylaşımı, üçüncüsü kamusal-toplumsal duyarlılığı üzerinden görüş ve tutumunun kamuoyu ile paylaşımı olarak tanımlanabilir. Bu nedenle TMMOB ulusal ve yerel düzeyde yapılan her türlü düzenlemeye, projeye, uygulamaya ve yaklaşıma karşı taraftır. Bu taraflılık sermaye yanında değil emek kesimi, insan yaşamı, toplumsal değerler ve kamusal alan yanında tutum almayı gerektirmektedir.

Kentlerin biçimlenmesinde yerel yönetimler ve sermaye ilişkileri mesleki bilimsel gücün önüne geçtiğinden sağlıklı kentsel çevreler üretimine dair memnuniyetsizlik sürmektedir. Meslek örgütlerinin görev ve rolleri mesleklerin çalışma alanlarının tanımı, meslek alanlarının bilimsel-etik ilkelere uygunluğunun denetimi ağırlıklı olarak meslek örgütlerinin kamusal-toplumsal sorumlulukları üzerinden yapılmaktadır.

TMMOB ve bağlı odaları, birliğin kuruluşundan bu yana toplumsal sorumluluklarını meslek alanlarındaki uygulama üzerinden denetim yönteminden çok doğrudan toplumsal hakların savunusu üzerinden yerine getirmektedir. Bu tutumun en önemli belirleyicisi kuşkusuz toplumsal gündemin ta kendisi olmaktadır. Gündem, yerine göre ulusal düzeyde uygulanan politikalardan yerel düzeyde uygulamalara kadar geniş bir spektrumdan oluşmaktadır. Kentlerin, yerel yönetimlerin ve kent mekanının gündemdeki yoğunluğu ve meslek örgütlerinin bu gündeme ilgisi kaçınılmaz olarak artmaktadır.

Özellikle son 20 yılda kent mekanı üzerinde sermayenin, kurumların ve kişilerin ilgisi artmaktadır. Bu ilgi nedeniyle, siyasalarının merkezine toplumsal gereksinimler ve bireylerin sağlıklı mekanlarda çalışma, barınma ve dinlenme olanakları sunulmasını alan ve kamusal değerleri savunan sivil toplum örgütleri ile kent mekanını bir kazanç alanına dönüştürmeyi amaçlayan kesimler arasında ciddi ayrışmalar ve gerilimler yaşanmasına neden olmaktadır.

Yakın döneme kadar üretim üzerinden elde edilen artı değer, sanayi, ticaret, turizm ve tarım gibi sektörlerdeki açılımsızlıklar nedeniyle kentsel toprak rantı üzerinden sağlanmaya çalışılmaktadır. Ekonominin canlandırılması adına desteklenen inşaat sektörünün böyle bir misyonu gerçekleştirmesi olanaksız olması yanında kenti ve doğayı tahrip etmesi daha vahim bir durumdur. Ülkemizde bu tür girişimlerin belirgin olarak ortaya çıkması 1950li yıllara dayanmakla beraber son dönemde neredeyse başat ekonomik kazanç yöntemine dönüşmektedir. Bu nedenle daha önceden "toplumsal anlam", "anonimlik" ve "ortak değerler" üzerinden tanımlanan kamusal alan ve kamusal mekan sermayenin üretimi, barınması, dolaşımına kaynaklık eder duruma getirilmiştir. Bu gündem içerisinde, orman alanlarının turizm amacıyla tahsisinin mi, yoksa korunmasının mı kamu yararına daha uygun bir yaklaşım olduğu konusunun tartışılıyor olması bile ürkütücü gelmektedir. Bu yaklaşımın ve ortaya atılan projeler kabul edilemez.

Bilindiği üzere, siyasetin ekseninde "refah" yaratmak gibi temel bir amaç olduğu kabul edilmektedir. Bu temel amaca, sermayenin desteklenmesi yoluyla mı yoksa emek gücüne yatırımla mı ulaşılabilir sorusu ise ayrışmaların temelini oluşturmaktadır. Bu gerilim içinde bireylerin ve toplumun yaşamsal değerlerini kaybetmesi, insanın doğasından uzaklaştırılması, refah içinde ancak kalitesi düşük bir yaşam sürdürülmesi gerçek anlamıyla "refah" kavramıyla bağdaşmakta mıdır? sorusunu yöneltilmelidir. Esasen 1980 sonrasında neredeyse dünyanın hiçbir ülkesinde refah devleti kalmamıştır, ancak bu kavramın yerini "ekonomik büyüme ve kalkınma" almıştır. Ancak aynı soru bu yeni dönem için de fazlasıyla geçerlidir.

Bu tartışmaların pratikteki karşılıkları ise daha dramatiktir. Bir yandan kişi başına milli gelir artarken diğer yandan gelir grupları arasındaki dengesizlik emek kesimleri aleyhine açılmaktadır. Bu eşitsizliğin yaşam pratiklerinde her iki kesimde farklı türden olumsuzluklar yarattığı yadsınamaz. Sağlıksız iş çevresi, sağlıksız barınma mekanlarında yaşamak sorunları yanında içme suyundan sokağın temizliğine kadar hiçbir standarda ulaşamayan emek kesimleri tarafında tavır alan meslek örgütlerinin bu çabası kalkınma karşıtı olarak algılanmaktadır. Diğer yanda aynı suyu tüketen, aynı kirli havayı soluyan, ekonomik statüsüne rağmen aynı sağlık sorununa maruz kalan sermaye sınıfı ise bu gelişmelerden parasal kazanç ve pahalı mekanlarda yaşamak dışında bir yaşam kalitesine ulaşamamıştır. Yaygınlaşmakta olan birçok sağlık sorunu toplumsal dengesizliğin yansıması olarak ortaya çıkmıştır.

Bu dengesizliklerin görmezden gelinmesi, tüm bu olumsuzluklara rağmen mevcut siyasetin ve uygulamaların sürdürülmesi kabul edilemez. TMMOB başta olmak üzere meslek örgütlerinin ve toplumsal kaygısı olan sivil toplum örgütlerinin temel motivasyonu bu dengesizliklerin ortadan kaldırılması, bireylerin en temel haklarının savunulması üzerinde kurgulanmıştır. Bu çerçeve içinde, genelde kalkınma anlayışı ve temel haklar, özelde kamu yararı, kent mekanı, yerel siyasete müdahale ve birey hakları olan bu örgütlerin kamuoyuna yansıyan itirazları bu ilkeler üzerine oturmaktadır.

TMMOB her zaman bilimsellik, uzmanlık ve toplumsal değerler ekseninde görüş ve tutum belirlemiştir. Bugüne kadar savunduğu ilkeler insan yaşamını, eşitlik, toplumsal adaleti ve insan hakları ekseninde belirlenmiştir. Sağlıklı bir yaşam sürdürme en temel insan haklarından biri olarak algılanmaktadır ve bugüne kadar karşı çıktığımız birçok yasal düzenleme, uygulama ve projenin toplum yaşamına dair olumlu bir gelişme sağlayamadığı sonuçlar itibariyle gözlenebilmektedir.

Bu mücadele zaman zaman kamuoyunda kolay anlaşılmayan, uzun erimli ancak hiçbir zaman tutarsızlığa düşmeyen eylemliliklerden oluşmaktadır. Bu mücadeleyi salt bir reaksiyon olarak algılamak haksızlık olur. Gerisinde yaşama, topluma ve insana dair tanımları, tasarımları ve beklentileri olan bu örgütlerin bilimsel, teknik ve toplumsal birikimi hakim siyaseti ve yönetim anlayışını fazlasıyla ve güncel tartışmaların çok ilerisinde bulunmaktadır. Burada en temel sorun "topluma, kente, doğaya ve insan yaşamına" dair modelleri, tasarımları olan ve sorunlara karşı modelleri olan bu kesimler kaçınılmaz olarak sürekli biçimde gündeme sunulan yeni "yasal düzenlemeler", "kararlar" ve "projeler"i benimsedikleri ilkeler çerçevesinde yanlışlamak durumunda kalmaktadırlar. Bütün bu sorunlu gündemden sıyrılabilen bu tür etkinlikler arzu ettiğimiz tartışma ortamı ve bilgi paylaşımı için önemli fırsatlar sunmaktadır.

Mevcut imar mevzuatı, çevre mevzuatı, turizm mevzuatı ve birçok yasal düzenleme temel alınarak gerçekleştirilen birçok proje, sermayeyi desteklemek adına tarım alanlarını, doğal kaynakları, çevreyi, kenti yok eden, insan yaşamını tehdit eden sonuçlara neden olmaktadır. Ulusal ve yerel düzeydeki yönetimler kamuya kaynak yaratma adına insan yaşamını ve doğayı tehdit edecek projelere onay vermektedir. Bunların kabul edilmesi mümkün değildir.

Ankara başta olmak üzere ülkemizdeki birçok kentte sağlıklı kentsel çevrelerin üretilememesinde kaynak sorunu gerekçe olarak gösterilmektedir. Bilindiği üzere kamu kaynakları toplumun uzun erimli yararına olmayan, kent yaşamını olumsuz etkileyen ve maliyeti yüksek yanlış yatırımlara aktarılmaktadır. Belediyelerce toplu taşımacılıktaki sorunların giderilmesi için çaba sarf edilmemekte, öncelikle otomobillerin kullanımını öncelik alan yol ve kavşak yatırımları yoluyla sadece trafiğin rahatlatılması hedeflenmektedir. Otomobil kullanımı teşvik edilerek taşıt trafiği artırılmakta, bu da kısıtlı ulaşım altyapısı içinde ne kadar kavşak yapılırsa yapılsın trafik sorunlarını çözememektedir. Bu sorunlar kadar önemli diğer bir olumsuz sonuç hava kirliliğinin artması ve kentlerin yaya dolaşımına kapatılmasıdır. Teşvik edilen otomobil kullanım oranının yükselmesi nedeniyle benzin tüketimi, enerji kullanımı, hava kirliliği, trafik kazaları, ulaşım maliyeti ve otopark sorunları katlanarak artmaktadır.

1999 yılından bu yana her yıl 22 Eylülde düzenlenen Uluslararası Otomobilsiz Kent Günü etkinliğine bu yıl 36 ülkeden 1038 kent katılırken Türkiye‘de ne yazık ki bu etkinliğe yerel yönetim düzeyinde katılan kent bulunmamaktadır. Motorlu taşıtların, son yıllarda dünyamız için önemli bir tehdit oluşturan küresel ısınmaya katkıları ise gözardı edilemeyecek boyutlardadır. Otomobil kullanımını teşvik eden kamu yatırımları için ödenen bedel pekala sağlıklı yaşam alanları üretilmesi, kentin yaşanabilir çevrelere dönüştürülmesi için kullanılabilir.