TMMOB BELGELERİNDE AVRUPA BİRLİĞİ (AB) SÜRECİ

27.12.2004

34 - 35 - 36 - 37 - 38. Dönem TMMOB belgelerinden alıntılanan Avrupa Birliği ile ilgili TMMOB görüşleri bir kez daha bilgilere sunulmaktadır.

34 - 35 - 36 - 37 - 38. Dönem TMMOB belgelerinden alıntılanan Avrupa Birliği ile ilgili TMMOB görüşleri bir kez daha bilgilere sunulmaktadır.

TMMOB 34. DÖNEM (1996-1998) ÇALIŞMA RAPORU‘NDAN:

İki yıllık çalışma dönemimizde, Türkiye, tarihinin en önemli iç ve dış olaylarını yaşadı. 1995 yılının Aralık ayında Avrupa Birliği‘yle imzalanan Gümrük Birliği Protokolü‘nün gereği olan uyum süreci ile Türkiye‘nin AB‘ne tam üye olabilmesine yönelik olarak hükümetlerin ciddi çaba harcaması gerekli olan bir dönem başladı. Ancak, Türkiye hem GB hem AB üyeliğine adaylıklarından gerekeni yapamadı. Tam üyelik gerçekleşmeden gümrük duvarlarını indirdi, kendi dışında alınan ve alınacak kararlara uymayı kabul ve taahhüt etti. Türkiye halkına büyük bir başarı olarak sunulan Avrupa Parlamentosu‘nun GB Protokolü‘nü onaylaması kararının gerçekte Türkiye‘yi AB‘nin ekonomik çıkarlarına açmaktan, doğru ifade ile, Türkiye‘yi yok pahasına satın almaktan ibaret olduğunu bilmek gerekir. Lozan Antlaşması‘yla 1923‘de başlayan ve kuruluşunu "ekonomik bağımsızlığa" dayandıran Türkiye Cumhuriyeti, iddiasından büyük ölçüde uzaklaşmış oldu. Bu tam teslimiyetten 27 ay sonra AB, Konseyi kararı ile Türkiye‘yi üyelik statüsünün ve genişleme sürecinin dışında bıraktı. 1963‘de Ankara Antlaşması‘yla başlayan "rüya"da Lüksemburg Kararı‘yla 2015 yılına kadar bitmiş oldu. 35 yılı aşkın bir süreden beri ilk adı Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) olan AB‘ne muhalif olan kesimlerin (bunların arasında TMMOB‘de vardı), "onlar ortak biz Pazar" savı gerçekleşti.

TMMOB 35. DÖNEM (1998-2000) ÇALIŞMA RAPORU‘NDAN:

1998 yılında AB Türkiye ilişkileri siyasal alanda kesintiye uğramış ve Türkiye davet edildiği Avrupa Konferansı‘na ayrıca Ortaklık Konseyi toplantısına katılmıştır. Ancak Aralık 1998 tarihli Avrupa Parlamentosu toplantısında Türkiye‘nin AB‘ne aday gösterilmesine yol açacak yeni değerlendirmeler yapılmış ve böylece Clinton‘un Cardiff zirvesinde Türkiye‘nin tam üyeliğini destekleyen girişimleri sonuç vermiştir. Türkiye‘ye uyum süreçlerinde mali yardım yapılması gereği kabul edilirken, Yunanistan ile sorunların çözülmesi, Kürt kimliğinin tanınması ve Kürt sorunlarına barışçı ve siyasal çözüm bulunması gibi talepler yinelenmiştir. Bütün bu gelişmelerden sonra Türkiye‘nin AB‘ne tam üyeliği aday ülke statüsü ancak 1999 yılında Aralık ayında toplanan AB Helsinki Zirve toplantısında kabul edilmiştir. Türkiye böylece AB (Müktesebatının) gerektirdiği uyum çalışmalarında geriye dönüşü olmayan bir yola girmiş bulunmaktadır. Tam üyelik hedefine ulaşabilmesi, Türkiye-AB ilgili kurumlarının ortak çalışmaları ve esas olarak Türkiye‘nin siyasi-ekonomik-askeri boyutları olan kararlarına bağlıdır. Türkiye-AB ilişkileri aynı zamanda yeni dünya dengeleri içinde de değerlendirilmesi gereken ilişkilerdir. Şimdilik başbakan B.Ecevit‘in açıkladığı dört yıllık en az süreden başlayarak tam üyelik için yirmi yıllık bir süre gözükmektedir. Türkiye‘nin tam üyeliği kabulü, hızlı değişen dünya koşullarında AB kurgusunun alacağı biçime ve Türkiye‘nin o koşullardaki durumuna bağlı, belirsizlikleri içermektedir. Bu ilişkilerin, TMMOB açısından önemli olan boyutuna da değinmek gerekmektedir. Türkiye AB ve DTÖ ile olan ilişkileri nedeniyle, yalnız sermaye ve malların serbest dolaşımı değil, aynı zamanda hizmetlerin serbest dolaşımı konusunda da bir gündem oluşturmak durumundadır. TMMOB ortamı için yabancı uyruklu mühendis-mimar sorunu bu nedenle acil ve önemli olmaktadır. Yabancı teknik elemanların Türkiye‘de istihdam taleplerinin Gümrük Birliğine girdikten sonra artmakta olduğu da bilinmektedir. TMMOB‘nin bu süreçte alınacak kararlardaki rolünü etkin kullanması ve üyelerinin haklarını örneğin mesleki tanınırlık alanında korumaya yönelik çalışmaları önem kazanmaktadır.

TMMOB 36. DÖNEM (2000-2002) ÇALIŞMA RAPORU‘NDAN:

Avrupa Birliği (AB) ile Türkiye arasında ilk ilişkiler 12 Eylül 1963 tarihinde imzalanan Ankara Anlaşması ile başlamış olup, 01 Ocak 1996 yılında Gümrük Birliği ve Avrupa Savunma Birliği Anlaşmaları ile yeni bir sürece girmiştir. AB genişleme sürecinde ki toplantılarından, 10-11 Aralık 1999 tarihinde yapılan Helsinki Zirvesinde aday ülkeler arasında, Türkiye‘yi de almıştır. Aday ülke ilan edilmesinin ardından Katılım Öncesi Strateji‘nin geliştirilmesi amacıyla Kopenhag kriterlerine uyum kapsamında siyasi (ülkede demokrasi, hukukun üstünlüğü,insan haklarına ve azınlık haklarına saygıyı teminat altına alan istikrarlı kurumların varlığı) ve ekonomik (işleyen ve aynı zamanda Birlik içinde rekabetçi baskılara diğer serbest piyasa güçlerine dayanabilecek bir serbest piyasa ekonomisinin varlığı) kriterleri belirlemek amacıyla "Ulusal Program" hazırlanmıştır. Siyasi kriterlerden yoksun olan bu program, Türkiye‘nin yapmayı planladığı işleri bir kronoloji içerisinde AB taahhüt olarak sunmuştur. AB ile Türkiye arasındaki ilişkilerde önemli olan ve üzerinde dikkatle durulması gereken konu ise, AB‘nin önceki üyelerden adaylık sürecinde istemediği ekonomik konuları Türkiye‘den istemesidir. AB‘ye üyelik sürecini daha önce tamamlayan ülkeler için izlenen süreç siyasi konuların yerine getirildikten sonra adaylığın gerçekleşmesi ve ardından ekonomik uyumun gerçekleştirilmesidir. AB Türkiye‘nin IMF programlarına tamamen uymasını istemektedir. AB ülkelerinin IMF yönetimindeki payı ile yüzde 29.88‘dir. AB, IMF programlarının uygulamış olduğu diğer ülkeler gibi Türkiye‘nin de yoksullaştırıldığını bilmekte ve kabul etmektedir. Avrupa Birliği‘nin Türkiye için olmazsa olmaz gibi sunulması aslında savunma ve ekonomik anlamda yapılan yanlış politikalar ve sürekli düşman edinmenin ortaya koyduğu bir durum olarak görülmektedir. Türkiye‘nin Avrupa Savunma Birliği içerisinde yer alması tam da komşu ülke düşmanlığı üzerine şekillendirilmiştir. Siyasi anlamda yapılması gerekenleri sürekli erteleyerek Türkiye‘deki haksızlık ve eşitsizlikleri görmemezlikten gelen hükümetler, ekonomik anlamdaki sömürüyü AB üyeliği tartışmaları ile gizlemeye çalışmaktadırlar. AB ve OECD toplantılarında gelişmiş olan ülkeler başka bir kategoriye alınırken, Türkiye‘nin de içinde bulunduğu ülkelerden hukuk hizmetleri, muhasebe, denetim ve danışmanlık hizmetleri, vergi hizmetleri, mimarlık, mühendislik, entegre mühendislik, şehir plancılığı konularının piyasa ekonomisine açılması talep edilmektedir. Bu alanların yanı sıra çevre hizmetleri, enerji sektörü, ulaşım sektörü, finans hizmetleri, turizm sektörlerinin de piyasa koşullarına açılması talep edilmektedir. Alınan bu kararlar sonucunda Ulusal Programa bakıldığında "Devletin ekonomiye doğrudan müdahalesi özelleştirme politikaları çerçevesinde olabildiğince daraltılacak" ifadesi ile kamusal alanda yapılacak olanlar açıkça ortaya konulmaktadır. Yapılacakların ekonomik alana dair olmasının yanında, örgütlenmede, özellikle sendikal örgütlenmede, uluslar arası sözleşmelerin dikkate alınmamasının AB tarafında da bir sıkıntı yaratmadığı görülmektedir. AB raporlarında enerji ile ilgili kısımda "coğrafi konum nedeniyle Türkiye, enerji konusunda kilit bir rol oynamaktadır. Türkiye önemli bir hidroelektrik enerji üreticisidir. Fakat Ortadoğu‘ya, Karadeniz‘e, Kafkaslara, Orta Asya‘ya ve Körfez ülkelerine de açılmaktadır. Türkiye‘nin stratejik konumu, Türkiye‘yi Avrupa‘ya petrol taşıması için bir transit ülke haline getirebilmektedir. Türkiye ve AB işbirliği için güçlü bir çerçeve oluşturulmuştur." ifadesi Türkiye‘nin ne şekilde görüldüğünü ortaya koymaktadır. Mühendislik hizmetlerinin AB ülkelerinde kabul edilmediği bir şekilde bile Türkiye‘ye dayatılması üzerinde önemle durulması gereken konulardan birisidir.

TMMOB 37. DÖNEM (2002-2004) ÇALIŞMA RAPORU‘NDAN:

Emperyalizm, küreselleşme adı altında dikensiz bir sömürü bahçesi yaratma girişimlerini dünya ölçeğinde ekonomik, siyasal ve ideolojik düzenlemelerde de sürdürmektedir. Emperyalizmin küresel ölçekte yürüttüğü yeniden yapılanma süreçlerinden Türkiye‘yi en yakından ilgilendireni olan Avrupa Birliği, bir sermaye örgütü olarak emperyalizmin bölgemizdeki belirleyici odağı olmaya soyunmuş durumdadır. Bu nedenle, Türkiye‘nin AB ile ilişkileri de özellikle Gümrük Birliği ile belirginlik kazanan bir eşitsizlik taşımaktadır. Katılım Ortaklığı Belgesinde de açıkça yazıldığı üzere AB‘ne entegrasyon süreci ekonomimizin IMF ve Dünya Bankası‘na; siyasal karar mekanizmalarımızın da Brüksel‘e havale edilmesi anlamı taşımaktadır. Türkiye‘nin egemen sermaye çevrelerinin geleneksel eksik birikim sorunlarını aşmak üzere içerisine girmek için can attıkları Avrupa Birliği adaylık süreci mevcut eşitsiz gelişme koşullarında Türkiye ekonomisinin bütünlüğüyle sömürgeleştirilmesi sonucunu doğuracaktır. Dolayısıyla bir yandan ABD diğer yanda AB eliyle müstemlekeleştirilmeye çalışan Türkiye esas tarihinin en olumsuz dönemini yaşamaya aday olacaktır. Bu bağlamda, AB ile ilgili gelişmeler izlenecek, özellikle mesleklerin karşılıklı tanımlanması, kişilerin ve hizmetlerin serbest dolaşımı ile ilgili sürece müdahil olunacak, bu konudaki TMMOB ilkeleri ve üyelerimizin çıkarları savunulacaktır.

TMMOB 38. DÖNEM 1. DANIŞMA KURULU‘NDA MEHMET SOĞANCI‘NIN KONUŞMASINDAN:

Türkiye‘nin siyaset gündemindeki yerini korumaya devam eden Avrupa Birliği konusu ise küreselleşme sürecine ilişkin farklı siyasetlerin kesişme noktalarından biridir. Öncelikle bu proje bazen ileri sürüldüğü gibi bir demokrasi projesi değildir. Kökü ikinci dünya savaşı sonrasında ABD‘nin Marshal planı çerçevesinde ve esas olarak Avrupa ülkeleri arasında, özellikle Fransa ile Almanya arasında kömür havzaları üzerinde çıkan kavgaları önlemek üzere kurulan Kömür - Çelik Birliğine dayanıyor. (Bu mesele nedeniyle çıkan savaşların birinci ve ikinci emperyalist savaşların çıkışına ve de bu savaşların da nihayetinde dünyanın üçte birinin sosyalist bir kampın kurulmasına yol açmasının, esas neden olduğu söylenebilir.) Bu kuruluş önce, önde gelen Avrupa ülkeleri arasındaki bir ekonomik işbirliği projesi haline, daha sonra da kuruluş sürecinde yer almayan diğer Avrupa ülkelerini de kapsayan bir ekonomik ve siyasi entegrasyon projesine dönüştü. Avrupa Birliği en son gelinen noktada artık tümüyle küreselleşme sürecinden bağımsız olarak değerlendirilmesi mümkün olmayan bir özellik kazanmıştır. Türkiye sermayesinin AB süreci konusundaki politikaları da başlangıçtaki beklentilerin çok farklılaşarak uluslararası sermayeyle bütünleşme sürecinin bir parçası haline dönüştü. Bu gün batı sermayesi ve AB ile bütünleşmek Türkiye kapitalizmi için küreselleşme sürecinin bir uzantısı olarak gündeme gelen bir seçenek durumundadır ve sistemin içine girdiği büyük krizden, içinden çıkılmaz boyutlara ulaşmış dış borç batağından çıkış için bir umut kapısı olarak görülmektedir. Bu gün Avrupa Birliği‘ ne üyelik konusu uluslar arası sermaye güçleriyle bütünleşme sürecindeki büyük sermaye başta olmak üzere sitemin ve bütün kurumlarıyla birlikte Türkiye‘nin resmi devlet politikası haline gelmiştir. Devletin egemenlik haklarından bir kısmının AB bünyesindeki uluslararası kurullara devrediliyor olmasından dolayı, eski egemen konumlarını kısmen de olsa kaybetme konumunda kalanlardan gelen bir direniş ve muhalefet olmasına karşın, bunlar sürecin belirleyeni konumunda değildir ve sitemin bütün yönelimi ve iktidar pozisyonları sermayenin bu temel AB tercihi doğrultusunda belirlenmektedir. AB konusunda ortadaki yanılgılardan bir tanesi de Kopenhag kriterleri konusundadır. Çoğunlukla gözden kaçırılan bir husus, bu kriterlerin, bu gün özellikle kuzey Avrupa ülkelerinde geçerli demokrasi standartlarının da altında kalan bazı sınırlı demokrasi ve insan hakları ilkelerinin yanı sıra, serbest piyasa ekonomisini, kamu ekonomisinin küçültülmesini, dolayısıyla özelleştirmeleri de içeren, bu şekilde Maastricht Avrupa‘sını da kapsayan bir muhteva taşımakta olmasıdır. Aslında Sosyalist Blok‘ un dağılmasından sonra AB ye üyelik için başvuran Doğu Avrupa ülkelerinin bu taleplerinin kabul edilebilmesi için öne sürülen şartları belirlemek için saptanan bu kriterler eski sosyalist ülkelere uygulandığında, sosyalizmden kalma ne varsa tasfiye edilmesi anlamına gelirken, Türkiye söz konusu olduğunda kendine has anti demokratik baskı yasalarıyla, korumacı sistemin bazı devletçi uygulamalarının ortadan kaldırılması anlamına gelebilmektedir. Bu da tarihin bir ironisi sayılmalı. Küreselleşme süreci farklı evrelerden geçerek bugünkü halini almıştır ve sürekli bir dönüşüm içindedir. Türkiye de bu dönüşüm evrelerinin içinden geçerek sistemle entegrasyon süreci yaşamaktadır. Bu entegrasyonun ilk adımları 12 Eylül darbesiyle atılmış ve serbest piyasacı ekonomik modelin hakim kılınmasıyla hızlı bir değişim yaşanmaya başlanmıştır. İthal ikameciliğin yerine serbest piyasa ve ihracata dayalı büyüme modeli esas alınarak yeni bir gelir ve paylaşım stratejisi ortaya konmuştur. Küreselleşen dünya ekonomisiyle eklemlenme süreci kesintisiz ve düz bir hatta ilerlememektedir. Türkiye‘de kapitalizmin yukardan aşağıya, bizzat emperyalizme bağımlı olarak inşa edilmesinin yarattığı kendine has devlet yapısı entegrasyon sürecini daha bir sancılı hale getirmiştir. Sermaye sınıfının devletle özdeş olmaması, sermaye kesimlerinin kendi içinde farklılaşmış olması (Büyük Sermaye, Anadolu Sermayesi) ve gelişmiş bir askeri bürokratik yapının bulunması, Türkiye‘deki egemen blokun kendine özgü bir yapısını belirlemektedir. Uluslararası mali sermayenin ve Çok Uluslu Şirketlerin önderliğinde ilerleyen küreselleşme süreci Türkiye‘deki egemen blokun farklılaşmış çıkarlarıyla örtüşmemektedir. Bu durum kronik bir kriz olgusunu doğurmaktadır. Krizin patlak verdiği dönemlerden hegamonik olarak çıkan kesimlerin kendi rengini verdikleri alacalı bir süreç işlemektedir.