TMMOB JEOLOJİ MÜHENDİSLERİ ODASI'NIN DÜZENLEMİŞ OLDUĞU ETKİNLİKLERİN SONUÇ BİLDİRİLERİ YAYIMLANDI

31.01.2005

TMMOB Jeoloji Mühendisleri Odası'nın çeşitli kuruluşlarla ortaklaşa düzenlemiş olduğu etkinliklerin sonuç bildirileri yayımlandı.

TMMOB Jeoloji Mühendisleri Odası‘nın çeşitli kuruluşlarla ortaklaşa düzenlemiş olduğu etkinliklerin sonuç bildirileri yayımlandı.

TMMOB Jeoloji Mühendisleri Odası‘nın 13-15 Eylül 2004 tarihinde İstanbul‘da Yıldız Teknik Üniversitesi Doğa Bilimleri Araştırma Merkezi ile ortaklaşa düzenlediği "Kıyı ve Deniz Jeolojisi Sempozyumu", 30 Kasım-1 Aralık 2004 tarihinde Malatya‘da Malatya Belediyesi ve MTA Genel Müdürlüğü ile ortaklaşa düzenlediği "Malatya‘nın Jeolojisi, Depremselliği Ve Maden Potansiyeli Sempozyumu" ve 2-3 Aralık 2004 tarihinde Antalya‘da Akdeniz Üniversitesi ile ortaklaşa düzenlediği "Doğal Afetler ve Kentleşme Konferansları" sonuç bildirileri yayımlandı.

KIYI VE DENİZ JEOLOJİSİ SEMPOZYUMU SONUÇ BİLDİRGESİ

TMMOB Jeoloji Mühendisleri Odası ve Yıldız Teknik Üniversitesi Doğa Bilimleri Araştırma Merkezi tarafından 13-15 Eylül 2004 tarihleri arasında düzenlenen "Kıyı ve Deniz Jeolojisi Sempozyumu" sonucunda, ülkemiz kıyı ve denzilerin iç içe bulunduğu sorunlar tartışılmış ve çözüm önerileri geliştirilmiştir. 3 gün boyunca ülkemizin önde gelen kurum temsilcileri ve kıyı ve deniz konusunda çalışan bilim adamlarının sözlü bildiri, panel ve konferansları ile dikkat çekilen alanlar aşağıda sunduğumuz sonuç bildirgesine yansımıştır.

Denizlere komşu kıyı alanlarımız, jeomorfolojik, jeolojik, biyolojik, arkeolojik ve turizm özellikleri açılardan taşıdıkları değerler nedeniyle bilimsel, kültürel ve ekonomik olarak çok önemli yerlerdir. Ülke nüfusumuzun yaklaşık % 70‘inin kıyılarda yaşadığı düşünüldüğünde bu alanlardan sağlanacak çeşitli yararlar (turizm, tarım, sulak alanlar, çeşitli doğal güzellikler vb gibi konularda) ile bu bölgede yaşayan insanların içinde bulunduğu tehlikelerin (sözgelimi, deprem, tsunami, tarım olanlarının yok olması, yer altı sularının denetimsiz kullanımı, yer altı suyunun tuzlulaşması, doğal alanların yok edilmesi, çarpık kentleşme vb gibi) vereceği zararların, bilinmesi, çözümlerin geliştirilmesi kısacası planlaması için merkezi ve bağımsız bir örgütlenmenin zorunlu olduğu açıkça görülmektedir. Tüketmeden, kirletmeden kullanmanın yolu sürdürülebilir bir deniz ve kıyı alanları yönetiminden geçmektedir. Burada da karar verici ve uygulayıcı makamlara çok iş düşmektedir.

Türkiye‘deki anroşman değerlendirme kriterleri çağımızın gerisinde kalmış olup, yeniden gözden geçirilerek belirlenmelidir. Bu belirlemede, günümüz bilgi birikimi ve gelişmiş ülkelerin yaklaşımı dikkate alınmalıdır. Bu çerçevede, anroşmanların bulundukları ortam ile dalgakıran yapımı ve sonrasındaki süreçte maruz kaldıkları olaylar dikkate alınarak laboratuar ve saha deneylerinin yapılması gerekmektedir. Kıyı yapıları inşaatlarından sorumlu bir kurum olan Ulaştırma Bakanlığı, Demiryolları, Limanlar ve Hava Meydanları İnşaatı Genel Müdürlüğünün; su ve deniz ortamlarında kullanılacak anroşmanlara ait yeterli şartnamesi ve kayaçların niteliklerine yönelik kullanma standartları yoktur. Bunun yerine "Deniz İşlerine Ait Genel Teknik Şartnamesinde" kullanılacak anroşmanların yoğunluğu daha önceki tarihlerde 2.5 ton/m3 iken 2 Şubat 1995 den itibaren 2.2 ton/m3 olarak değiştirilmiştir. Bu nitelikler ise ulusal ve uluslar arası standartların çok aşağısındadır. Bu değer en kısa sürede 2.5 ton/m3 olarak değiştirilmeli ve değerlendirme kriterlerinin belirlenmesinde, bu konuda çalışan kişi, kurum ve kuruluşlar ortak çalışma yapmalıdırlar.

Kıyılarda yapılacak olan yapılar (sözgelimi, köprüler, barajlar, liman yapıları, tüneller, boru hatları, enerji nakil hatları, nükleer santraller, doğal gaz depolama tesisleri, tamamı yer altında bulunan yapılar ve binalar) mevcut deprem yönetmeliğinin kapsamı dışında bırakılmıştır. Bununla bağlantılı olarak sıvılaşma analizleri için önerilen ampirik formüllerle hesaplanan değerlerin ölçülen değerlerden farklılık gösterdiği bir olgu çalışması olarak sunulmuştur. Bunun nedeni bu formüllerin karadaki yapılar için önerilmiş olmalarıdır. Bu tür özel yapılar için uluslar arası standartlarda, depremli ve depremsiz tasarım ve inşaat şartname ve yönetmeliğine veya yönetmeliklere ihtiyaç vardır.

Kıyılarda yapılan liman, iskele, tersane ve mendirek gibi önemli bayındırlık yapıları yapılırken kıyıları biçimlendiren ve değiştirmeyi sürdüren dalga, akıntı, rüzgar, vb doğal etkenler bilinmediği, yeterince araştırılıp incelenmediği ve düzenli olarak izleme ve gözlemeler sonucunda derlenen veri dağarcığı bulunmadığı için, bu yapılarda yapım sırası ve sonrasında önemli sorunlar yaşanmaktadır. Sözgelimi, buralarda duraysızlaşmalar, yıkılmalar, onarımlar görülmekte ya da sık sık taramalar yapmak gerekmektedir. Yatırımcı ve danışmanlarının bu konuda daha ayrıntılı incelemeler yapması gereğinden kamu eli ile ülke kıyılarında sürekli ölçüm, gözlem, kayıt ve merkezi bir veri arşivi oluşturması yerinde olacaktır.

Kıyı alanlarımızda yerleşim bölgelerini ve turizm alanlarını tehdit eden erozyona karşı korunmak için betonarme yapılar tek çözüm kaynağı değildir. Gelişmiş ülkelerde Ilımlı Mühendislik (soft-engineering) adı altında kıyının jeolojik, jeomorfolojik, ekolojik ve dalga dinamiğine uygun kısacası doğayla barışık bütünüyle doğal kaynaklarla planlanan çözümler ağırlık kazanmaktadır. Sözgelimi, turistik ve jeolojik olarak çok önemli kıyılardaki erozyon sonucu aşınmış gitmiş plajlar doğal kaynaklarla yenilenmektedir. Bu tür çözüm anlayışları ülkemizde de benimsenmeli ve yetkili makamlarca bu tür çözüm anlayışlarına yönelme konusunda özendirici çalışmalar yapılmalıdır.

Özellikle son yıllarda büyük ekonomik girdiler yaratan kıyı alanlarımızdaki turizm çabaları kıyı özellikleri gözetilmeden bilinçsizce gerçekleştirildiğinden kıyılar ciddi bir şekilde tahrip edilmektedir. Bu durum devam ettiği takdirde yakın bir gelecekte kıyılarımız tehlikeli biçimde geri dönüşü olmayan bir sürece gireceğini göstermektedir.

Halihazırda yürürlükte olan Kıyı Yasası ve Yönetmeliği‘nde kamuya ait kıyı zonu, birbiriyle ilişkili olan kıyı şekillerinin tamamını kapsayacak şekilde tanımlanmıştır. Dolayısı ile yönetmelikte bir eksiklik yoktur. Ancak buna karşılık uygulamalarda Kıyı Kenar Çizgileri olması gerekenden çok daha dar biçimde çizilmektedir. Bilgi eksikliğinden kaynaklanan bu durum istemeyerek te olsa kıyıların talanına yol açabilir. Bu nedenle, yönetmelikte adı geçen kıyı şekillerini ve sınırlarını hava fotoğrafları üzerinde ve arazide belirlemek için kıyı dinamiği konusunda deneyimli Jeoloji Mühendisi, Jeolog ve Jeomorfologlar çalıştırılmalıdır. Valiliklerce 5 farklı disiplinin elemanından oluşturulan Kıyı Kenar Çizgisi (KKÇ) Tespit Komisyonu‘nda kamuya ait kıyı kuşağının sınırının belirlenmesinde en yetkili meslek adamları jeoloji mühendisleri ve jeomorfologlar olduğuna göre Jeoloji Mühendisleri Odası ve Jeomorfologlar Derneği çeşitli zamanlarda ayrı ayrı veya birlikte meslek içi kurslar açarak üyelerine kıyı kuşağının evrimi ve kıyı şekillerinin birbiriyle ilişkileri konularında kuramsal ve görsel (kıyıda) eğitimi vermeyi planlamaktadır. Kıyı Kenar Çizgisi Tespit Komisyonları‘nca belirlenen haritaları onayan makam olan Bayındırlık ve İskan Bakanlığı Teknik Araştırma ve Uygulama Genel Müdürlüğü‘ne bağlı "Kıyı Grubu" gerek eleman gerekse arşiv ve makine donanım yönünden güçlendirilmelidir. Sözgelimi, bu birime Türkiye Kıyıları‘nın tamamının, özellikle 1:15.000 ölçekli hava fotoğrafları ve aynalı stereoskoplar sağlanmalı, illerden gönderilen Kıyı Kenar Çizgileri paftaları, birimde bulunan hava fotoğraflarının üç boyutlu incelenmesi ve uydu görüntüleriyle denetlenmelidir. Bu birimde kıyı dinamiği konusunda uzman en az bir jeoloji mühendisi, bir jeomorfolog, bir botanikçi (kıyı kumul vejetasyonunda uzmanı), bir ziraat mühendisi bir harita mühendisi ve bir şehir plancısı (veya mimar) bulunmalıdır. Birimde çalışanların deneyimli olmasının özendirilmesi için deneyimli elemanlara verilebilecek ücretler konusunda özel düzenlemeler yapılmalı ve gerekirse özel konumlu sözleşmeli elemanlar çalıştırılmalıdır.

Henüz Kıyı Kenar Çizgisi saptanmamış kıyılarımızın KKÇ sınırlarının Kıyı Yasası‘nın özüne uygun olarak belirlenmesi için Bayındırlık Bakanlığınca kıyı konusunda uzmanlığı herkesçe bilinen özellikle doktoralı, jeoloji mühendisi, jeomorfolog, harita mühendisi, şehir bölge plancısı (veya mimar), botanikçi, ziraat müh. ve inşaat mühendisinden oluşturulacak bir grup ivedilikle Kıyı Kenar Çizgilerini belirlemelidir.

Ülkemizde sık sık yaşanan ve uygulanan kıyıyı doldurarak alan kazanma işleminden çok zorunlu durumlar dışında kaçınmalarıdır. Kıyı kentlerinin yerleşim alanlarına bitişik kumsal, kumul, biyolojik çeşitliliğe ev sahipliği yapan sulak alanlar gibi doğal yerleri korunmalı ve bu alanları kenti zenginleştiren, kamuya açık dinlence yerleri olarak düzenlenmelidir.

Gelişmiş ülkelerde yaklaşık 100 yıldır uygulanmakta olan, fakat bizim gibi gelişmekte olan ülkelerde yeni yeni gelişmekte olan turizm anlayışlarından biri de kıyılardaki sergilenebilir güzelliklerin toplum için yerinde düzenlemelerle eğitsel, bilimsel ve kültürel olarak değerlendirilmesidir. Bu yeni turizm anlayışının adı jeoturizmdir. Yine son yıllarda sıkça duymaya başladığımız, dağ, yayla, vadi, mağara, kıyı, ekoloji turizmi jeoturizm kapsamında ele alınmaktadır. Bu bağlamda, özellikle el değmemiş ya da en azından yapılaşmadan uzak bölgelerdeki kıyılarımızda jeolojik, jeomorfolojik, biyolojik ve arkeolojik açılardan değerli olan yerler bulunmaktadır. Buralarda, gezi rotaların belirlenmesi, rehber kitapların hazırlanması, ilgili panoramik yerlerde açıklamalı plakaların konulması, doğayı bilen rehberlerin yetiştirilmesi gibi düzenlemelerle hem yöresel halkın ve bölgeye gelen çeşitli yaş gruplarındaki turistlerin kıyı koruma bilincini artacak, hem de ekonomiye artı bir katma değer yaratılacaktır.

Denizaltı alanları petrol, doğal gaz, gaz hidratlar, maden yatakları ve balıkçılık gibi ekonomik açıdan önemli kaynaklara sahiptir. Üç tarafı denizlerle çevrili olması nedeniyle denizel açıdan büyük bir varsıllığa sahip Türkiye‘in çok sayıda ülkeyle denizden ortak komşuluk ilişkisi bulunmaktadır. Bu da başta kıta sahanlığı olmak üzere çeşitli sorunların ortaya çıkması demektir. Bu sorunlar bilinenin tersine sadece Ege Denizi‘nde değil aynı zamanda Karadeniz ile Kıbrıs çevresindeki ülkeler arasında da vardır. Gelecekte bu bölgelerde aşılması gereken bilimsel sorunlar ortaya çıkabilir. Bu sorunlarla baş etmenin başlıca yolu bilimsel çalışmaların desteklenmesinden geçmektedir. Derlenecek bu bilimsel veriler ayrıca deniz hukukuna uygun hale getirilmelidir.

Özetle, kuramsal olarak kıta sahanlığı kavramı ve denizlerimizin durumu şöyledir. Kıta sahanlığı kavramı, deniz hukukunda, ilk dönemlerde, jeolojik anlamına uygun olarak kullanılmaya başlanmış, ancak zamanla bu kavramın jeolojik anlamından büyük ölçüde soyutlanmaya çalışılmıştır. Ancak jeolojik anlamdaki kıta sahanlığının kıyı ülkesinin deniz altındaki doğal uzanımının en önemli bölümünü oluşturmakta olması bu kavramın jeolojik anlamından tümüyle soyutlanmasını olanaksız kılmaktadır. Denizlerdeki yetki alanlarının sınırlandırmalarında jeolojik anlamdaki kıta sahanlığının varlığı, yeterince kanıtlarla ortaya konulabildiğinde, bu sahanlığa sahip olan ülkeye yetki alanı konusunda avantaj sağlayabilecektir. Deniz hukuku kavramlarının uygulanması bakımından Ege denizi benzersiz sorunlar taşıyan politik ve coğrafyasal özelliklere sahiptir. Bu denizdeki yetki alanlarının paylaşımı fiziksel anlamda kıta sahanlığının varlığının yanı sıra pek çok etmeni de gözeterek yapılmak durumundadır. Bu yönde, çeşitli etmenleri gözeterek yapılmaya çalışılan yetki paylaşımı hakça çözüm arayışı olarak nitelendirilmektedir. Yarı kapalı ve yalnız iki ülkenin kıyılara sahip olduğu Ege denizinde aranacak hakça çözümün bu denizden, şu sırada, Türkiye ve Yunanistan‘ın, 6 millik karasuları dışında, eşit haklarla yararlanmakta oldukları gerçeğinden hareket etmek zorundadır. Kıta sahanlığı paylaşımında hakçalığın sağlanması bu dengenin bozulmamasına bağlıdır.

Türkiye Karadeniz‘de, Romanya veya Ukrayna ile yapmak durumunda olduğu, çok ufak bir bölgeyi ilgilendiren, sınırlandırma dışında, yetki alanlarını anlaşmalarla belirlemiştir. Karadeniz‘in yalın coğrafyasal konumu bu sınırların, çok büyük ölçüde, karşılıklı kıyılar arasındaki orta uzaklıklardan geçmesine olanak vermiştir.

Akdeniz‘de Kaş‘ın hemen karşısındaki Meis adasının varlığı nedeniyle Yunanistan‘ın öne sürdüğü aşırı istemlerini ciddiye almak olanaksızdır. Öte yandan, daha doğuda Türkiye‘nin Akdeniz‘deki deniz yetki alanı sınırı bu bölgede Kıbrıs adasının varlığı nedeniyle sorunludur. Bu kesimde deniz hukukunun ruhuna uygun bir çözümün Türkiye kıyılarının Akdeniz‘e bakan cephelerinin Kıbrıs adası ile engellenmiş olan kesimi dışında, Türkiye‘nin yetki alanlarının Türkiye ile Mısır kıyıları arasındaki orta çizgiye kadar uzanmasını gerektirmektedir. Ancak bu çözüme taraflar arasında ikili görüşmeler ile ulaşılamayacağı, konunun uluslararası yargıya gitmesinin kaçınılmaz olduğu düşünülmektedir.

Denizlerimiz petrol ve gaz varlığı açısından umut vericidir. Özellikle Karadeniz Havzasının petrol ve gaz varlığı olduğu jeolojik ve jeofizik veriler desteğinde bilim adamları ve aramacılar tarafından sürekli dile getirilmektedir. Denizlerimizde petrol ve gaz aramacılığı Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO) ve ortakları tarafından sürdürülmektedir. Denizlerimizdeki bu varlığın jeolojik ve jeofizik verilerle ortaya koymak ana hedeftir. TPAO yıllarca denizlerimizde sürdürdüğü yoğun çalışmaların ürünlerini almaya başlamıştır. Bu noktada, Eylül 2004‘te gerçekleşen Batı Karadeniz‘de (Ayazlı) ilk ekonomik gaz varlığının tespit edilmesi anlamlıdır. TPAO‘nun tek başına ve ortaklarıyla Karadeniz‘e yönelik olan çalışmaları artarak sürdürülmektedir. 2004‘te Karadeniz‘in tümünde şimdiye kadar yapılmış en kapsamlı sismik çalışma gerçekleştirilmektedir. Doğu Karadeniz de TPAO ve BP tarafından ortaklaşa sürdürülen çalışmalar devam etmekte olup sondaj aşamasına gelinmiştir. 2005 yılı içinde TPAO ortaklarıyla ve tek başına Batı Karadeniz‘de gaz amaçlı; Doğu Karadeniz‘de petrol amaçlı kuyular açmak üzere hazırlıklar yürütmektedir.

Denizlerimizin bir başka değerli kaynağı ise su ve metan gazının uygun ısı ve basınç koşullarında kristalleşerek (donarak) molekül bazında birleşiminden oluşan gazhidratlardır. Yapılan bilimsel çalışmalarla Karadeniz‘de yaygın gazhidrat oluşumları saptanmış bulunmaktadır. Akdeniz ve Marmara Denizleri‘nde de gaz hidrat yataklarının varlığı bilinmektedir. Teknolojik ve ekonomik kısıtlar nedeniyle gazhidratlar günümüzde ekonomik olarak işletilememektedir. Ancak teknolojik gelişmeler, denizlerdeki petrol/doğalgaz arama ve üretim faaliyetlerinin giderek daha derin sularda yer alan daha derin rezervuarlara yönelmesi, arama-üretim maliyetleri ve artan- yüksek petrol fiyatları gazhidrat yataklarının gelecekte ekonomik hidrokarbon kaynağı olarak işletilmesini olanaklı kılabilecektir. Bu durumda ülkemiz denizlerinde, karasularımız ve ekonomik yarar alanlarımızda yer alan gazhidrat yataklarının da birincil enerji kaynağı olarak, doğalgaz üretimi için değerlendirilmesi olasıdır. Ulusal petrol şirketimiz TPAO, ülkemizin yeni ve yenilenebilir enerji kaynaklarından azami ölçüde yararlanma politikaları doğrultusunda , denizlerimizdeki gazhidrat yataklarının aranması, belirlenmesi ve uygun olanlarından doğalgaz üretilebilmesi amacı ile saha ve laboratuvar ölçeğinde proje çalışmalarına başlamış bulunmaktadır.

Deprem ve Tsunami kıyı ve denizlerimizde her an etkili olabilecek önemli doğal tehlikeler arasındadır. Tarihsel kayıtlar bu bilgileri destekler niteliktedir. Üstelik Türkiye kıyılarında yapılan güncel kazılarda geçmişteki depremlerin yarattığı büyük deniz dalgaları olan tsunamilerin izleri bulunmuştur. Bu tür dalgalarin günümüzde oluşma olasılığı değerlendirilmeli, kıyı belediyeleri, endüstri, yat, balıkcı limanları ve küçük tekne barınaklarının kullanıciları ve denizcilere yönelik bilgilendirme programları gelistirilmelidir. Yoğun yerleşim alanı olması ve büyük sanayii alanlarının yer alması nedeniyle Marmara Denizi kıyıları depreme karşı büyük tehlikelerle karşı karşıyadır. Bu konudaki hayati kararların ivedi olarak alınaması gereklidir. Kıyı alanlarındaki yerleşim yerleri için bu anlamda önceden uyarıcı, koruyucu, önleyici ve zararları aza indirgeyici önlemlerin önceden alınması yerinde olacaktır. Marmara kiyilari icin gelistirilen depreme hazirlik calismalari, diger kiyilarimiz icin de gecikmeden hayata gecirilmelidir.

Deprem, çarpık yapılaşma, kıyıların değişimi, kirlenme, erozyon, tarım alanları, doğal yaşam alanları, kıyılardaki kumların talanı gibi başlıklar altında toplayabileceğimiz konularda kıyılarımızın önemli sorunları bulunmaktadır. Bu sorunların aşılmasında bilgi birimi teknolojik donanımla da güçlendirilmelidir. Sözgelimi, uzaktan algılama ve küresel konumlandırma (CPS) gibi uydu yöntemleriyle kıyıların düzenli gözlem altında tutulması, denetlenmesi ve planlaması gelişmiş ülkelerin sıkça uygulandığı yöntemlerdir. Yerel yönetimler ile kıyı ve denizlerde hizmet veren kurumların bu anlamda akılcı ve verimli olmak koşulı ile (çünkü, amaç teknolojik çöplük yaratmak değildir) yeni teknolojilere ayak uydurması geleceğimiz ve sürdürebilirlik açısından önemlidir.

Okyanuslar ve denizler Dünya‘nın tüm canlılardan önce oluştuğu alanlardır. Bu, birkaç milyar yıllık oluşum süreci içerisinde insanoğlu ancak son 5 milyon yıldan beri denizlerle yan yanadır. Jeolojik olarak bu kısa varoluş sürecinde insanoğlunun birkaç milyar yıldan beri varolan denizleri, geleceği düşünmeden kendi merkezli (bencil) olarak kullanması ve kaynaklarını tüketmesi denizlerimizin ve dünyamızın geleceğini tehlikeye soktuğundan evrensel bir davranış şekli değildir. Sözgelimi, yoğun ve çarpık sanayileşme sonucu atmosfere salınan sera gazlarının yarattığı etkilerle ozon tabakasının incelmesi, yırtılması sonucu iklimlerin değişmeye başlaması ve giderek ısınarak buzulların yok olması, aslında uzun jeolojik dönemlerde gerçekleşebilecek küresel olaylar iken insanoğlu bu durumu hızlandırarak öne almıştır.

Türkiye, jeolojik konum açısından günümüze kadar kalabilen Dünyanın en yaşlı (190 milyon yıl) denizi olan Akdeniz, Orta yaşlı (100 milyon yıl) olan Karadeniz ve Dünya‘nın en genç denizlerinden biri olan Ege denizi ile çevrilmiştir. Bu farklı jeolojik geçmişlerinden dolayı tüm denizlerimiz birbirinden farklı dinamik özellikler taşımaktadır. Kıyı ve denizlerimizin bu değişik özelliklerini ve dinamiklerini iyi bilmeden denizleri ve kıyıları iyi kullanmak ve onları yönetmek sürdürülebilirlik açısından olanaklı değildir. Yukarıda açıklanan nedenlerle bu konularda bilimsel araştırmaların desteklenmesi çok önemli olup ve konuya ilgi duyan bilim insanlarımızın araştırmalarının özendirilmesi ve kolaylaştırılması için başta TÜBİTAK‘a olmak üzere çeşitli kurum ve üniversitelere büyük görevler düşmektedir.

"MALATYA‘NIN JEOLOJİSİ, DEPREMSELLİĞİ VE MADEN POTANSİYELİ SEMPOZYUMU" SONUÇ BİLDİRGESİ

TMMOB Jeoloji Mühendisleri Odası, Malatya Belediyesi ve MTA Genel Müdürlüğü tarafından 30 Kasım-1 Aralık 2004 tarihleri arasında Malatya Belediyesi Konferans Salonunda gerçekleştirilen sempozyumda, ülkemizin en önemli aktif fay sistemlerinden Doğu Anadolu fayının (DAF) deprem üretme riski ile bu fayın üzerinde yer alan Malatya ve çevresinin depremselliği tartışılmış, olası bir depremde genelde bu fay üzerinde yer alan özelde Malatya ve çevresinin karşılaşacağı tehlikeler masaya yatırılarak çözüm önerileri geliştirilmiştir. Ayrıca Malatya‘nın maden potansiyeli ve çevre sorunlarının da tartışıldığı sempozyumda dile getirilen konuları kamuoyuna saygıyla duyururuz.

1-%93‘ü aktif deprem kuşağı üzerinde bulunan ve nüfusunun yaklaşık % 98‘i deprem riski altında olan ülkemizde, uyarılar dikkate alınmadığı için doğa olayları hala afete dönüş(türül)meye devam ediyor. Depremlerde on binlerce insanımızı yitiriyor, önemli maddi kayıplara uğruyoruz. Jeolojik, morfolojik ve meteorolojik özellikleriyle doğal afet olaylarının çok sık yaşandığı bir ülkeyiz. Türü ne olursa olsun doğal afet olayları her yıl ortalama GSMH‘nın % 3‘ü oranında doğrudan zarara neden olmaktadır. Dolaylı zararlar (üretim kaybı, çevresel etkiler vb ) göz önüne alındığında ise zarar toplamının GSMH‘nın % 5-7‘sine yükseldiği tahmin edilmektedir.

2- Ülkemizin en önemli 2 fay sisteminden biri olan doğu Anadolu Fay Zonu (DAF), Doğu Anadolu‘daki Karlıova dan başlayan ve 580 km uzunluğu boyunca Antakya‘ya doğru uzanan 4-25 km genişlikte olan bir deformasyon kuşağıdır. Son 2 milyon yıldır hareket etmekte olup, bu güne kadar 15 km lik yanal öteleme yapmıştır. Kayma hızı yılda yaklaşık 8mm olup, Karlıova-Bingöl, Palu-Hazar, Hazar-Sincik, Çelikhan-Gölbaşı, Gölbaşı-Türkoğlu, Türkoğlu-Antakya bu zonun üzerinde oluşabilecek bir depremde kırılması beklenen olası bölümlerdir.

3- Tarihsel kayıtlara göre DAF boyunca yukarıda belirtilen bölümlerde 6.7 ile 7.8 büyüklüğü arasında değişen bir çok deprem gelişmiş ve ağır hasarlara neden olmuştur. Ancak, son 100 yıldır büyük yıkıcı depremler oluşmamıştır. Dolayısıyla bu fay zonu gelecekte yıkıcı depremlerin riski altındadır.

4- Bu fay üzerinde yer alan Malatya ve yakın çevresi (Maraş, Elazığ), Hazar-Sincik, Çelikhan-Gölbaşı ve Sürgü Faylarının özellikleri gereği üretebileceği 7 ve üzerindeki büyüklüklerde depremlerin riski altındadır. Malatya‘nın bugünkü yerleşim alanının bu faylara uzaklığı ise en az 36 km dir. Özellikle Sürgü fayının belirgin yüzey kırığı oluşturmamasının nedeni oluşturduğu orta büyüklükteki depremler olarak değerlendirilmiş, ancak Malatya ilinin zemin faktörü göz önüne alındığında bu orta ölçekli depremlerinde hasar oluşturması kaçınılmazdır. Bu anlamda Malatya da ovalar ve vadi tabanları yerleşime açılmamalıdır.

5- Bir doğa olayı olan depremlerin afete dönüşmemesi için alınacak önlemlerin başında, günü kurtaran rantçı, spekülatif ve faydacı anlayışların terk edilerek akla, bilime ve plana dayanan yerleşim politikalarının hayata geçirilmesi ve mühendislik ilke ve normlarına dayanan güvenli yapılaşmanın sağlanması gelmektedir. "Her yurttaş için daha güvenli, daha sağlıklı bir çevrede yaşamak temel bir insan hakkıdır" ifadesi Anayasamızda belirtilmiştir. Bu hakkın korunması, geliştirilmesi ve uygulamaya konulması, başta anayasa olmak üzere yasal düzenlemelerin, siyasi iktidarların uygulayacağı politikaların ve kurumsal düzenlemelerin temel amacı ve zemini olmak zorundadır. Bu zeminden kayıldığı oranda yurttaşların ve yaşam alanlarının afete karşı güvenliği sağlanamayacaktır.

6- Her tür ve ölçekteki yerleşim planlama kararlarının Afet Tehlike Haritaları, mikro bölgeleme, plana esas jeolojik ve jeoteknik etüt raporları gibi temel verilere dayandırılmasını, afet tehlike ve risk verilerinin yönlendirici kabul edilmesini sağlayacak düzenlemeler yapılmalıdır. 1999 Depremlerinin etkili olduğu alanlarda başlatılan imar planına esas Jeolojik-Jeoteknik etüt çalışmaları ülkemizin her yeri için zorunlu kılınmalı ve I ve II. Derece deprem bölgesindeki belediyeler plan revizyonlarına ivedilikle başlamalıdır. Depremle ilgili mühendislik disiplinlerinin Yerel Yönetimlerde görev alması zorunlu hale getirilmelidir.

7-7269 Sayılı Afetler Yasası, 3194 sayılı İmar Yasası başta olmak üzere yerleşimleri doğal afetlere karşı güvenli kılacak çalışmalara altlık oluşturan yasaların değiştirilmesi için başlatılan ve 4 yıldır Bayındırlık ve İskan Bakanlığı‘nın tozlu raflarında unutulan çalışmalara hız verilmelidir. Bu yasalar, akıl, bilim, mühendislik normlarını temel olmak üzere ve meslek odalarının görüşleri alınarak yeniden düzenlenmelidir.

8-Üniversiteler, MTA, DSİ, Afet İşleri Genel Müdürlüğü gibi kamu kurumlarınca Afet Tehlike Haritalarının hazırlanmasına yönelik projeler hazırlanmalıdır. Eğitim sistemi içerisinde jeoloji ve doğal afetlere yönelik eğitim programları konmalıdır,

9-Malatya ve yakın çevresinin jeolojik yapısının özelliği nedeniyle metalik madenler, endüstriyel hammadde ve enerji hammaddeleri bakımından önemli bir bölgedir. Ülkemiz çelik sanayinin en önemli girdisi olan demir cevheri rezervlerinin önemli bir bölümü ile Türkiye‘nin tek profillit yatağı Malatya ilindedir. Ancak, demir rezervlerimizin bir kısmı atıl durumda olup, bu rezervlerin MTA başta olmak üzere ilgili kurumlar tarafından projelendirilip, ülke ekonomisine kazandırılması gerekmektedir. Demir konusunda Jeoloji Mühendisleri Odası bir sempozyum düzenlemelidir.

10- Pütürge‘den üretilen ve seramik, refrakter malzeme ve beyaz çimentonun ana hammaddelerinden biri olan profillitin Malatya ekonomisine katkısı yılda 200.000 dolardır. Üretilen beyaz çimento Avrupa‘nın en kaliteli ürünüdür ve Pazar sorunu yoktur.

11-Ülkemizin son yıllarda gelişen en önemli sektörü olan MERMER ve mermerciliğe uygun kaya birimleri Malatya ve civarında yaygın olarak gözlenmekte olup bu kaynakların değerlendirilmesi ülke ve bölge ekonomisine önemli katkılar sağlayacaktır.

12-Son yıllarda MTA tarafından bölgede yapılan sondajlı çalışmalarda metalik madenlere yönelik (bakır, kurşun çinko vb) ilk bulgular , umut verici olup, çalışmalara bilimin ve tekniğin gerekleri doğrultusunda devam
edilmelidir.

13- Ülkemiz ve bölgemiz yer altı kaynaklarına yönelik bir tehdit oluşturan ve çokuluslu şirketlerin lehine olan yasal düzenlemeler geri çekilmelidir.

14- Bölgemizde arama faaliyetlerini sürdüren madencilik şirketlerinin insanı merkezine alan çevreyi, doğayı, kültür ve sit alanlarını ekolojik dengeyi koruyacak önlemleri almalarının zorunlu hale getirilmesi ve bu faaliyetlerin ilgili kurumlarca denetlenmesi gerekmektedir.

15- Malatya çevre yolu kuzey tarafı ile Fuzuli caddesi civarında ki alanlarda yer altı suyunun kanalizasyona verilip, tekrar arıtılması ekonomik bir yüktür. 0-3 m. arasında olduğu bilinen yer altı suyu, bu alanlarda yapı güvenliğini tehdit etmektedir. Bu kaynak gerekli altyapı (sondaj, keson kuyu ve drenaj vb. sistemleri) sorunları giderilerek içme ve sulama suyu olarak kullanılmalıdır.

16-DSİ tarafından verilen yer altı suyu kullanma ruhsatları da hidrojeolojik havza etütleri yapılmasının zorunlu olmasını gerektirmektedir. Bu ruhsatlarda emniyetli çekim değerinin faydalı çekim miktarını aşmaması yer altı sularımızın her yönüyle (yasal ve teknik) daha ekonomik kullanılmasını sağlayacaktır.

17-Malatya çöp deponi alanlarının şeçiminde jeolojik etütlerin yapılması insan ve çevre sağlığı açısından önem taşımaktadır. Mevcut deponi alanları bu şartları taşımamaktadır.

18-Malatya‘da ekolojik dengeyi olumsuz etkileyen kum ve çakıl ocaklarının denetimi en az bir jeoloji mühendisinin yer aldığı teknik bir kurul tarafından yapılmalıdır. Tüm maden ocaklarının terkinden sonra işletme doğal çevreye uyumlu hale getirilmelidir.

19-Malatya ili, ilçe ve beldelerindeki imar süreçlerinde jeolojik hizmetler zorunluluk haline getirilmeli, bu hizmetlerin teknik ve mesleki denetimlerinin odamız tarafından yapılmasının zorunlu olduğu bilinmelidir.

DOĞAL AFETLER VE KENTLEŞME SONUÇ BİLDİRGESİ

TMMOB Jeoloji Mühendisleri Odası ve Akdeniz Üniversitesinin ortaklaşa düzenlediği "Doğal Afetler ve Kentleşme" konferansları 2-3 Aralık 2004 tarihande Antalya‘da gerçekleştirilmiştir. Bu konferanslar serisi sonucunda; düzenleyici kuruluşlar tarafından bildirge olarak kamuoyunun bilgisine sunulmak üzere hazırlanan konferansların sonuçlar aşağıdaki gibidir:

1-Antalya kenti Nazım İmar Planlama çalışmalarında mutlaka planlama alanı ve civarını oluşturan jeolojik formasyonların jeomorfolojik, litolojik, fiziksel ve jeomekanik-jeomühendislik özellikleri göz önüne alınmalı ve planlama alanı kayaçlarının bu özelliklerinin "Belirleyici, Sınırlayıcı ve yönlendirici" karakterleri sayısallaştırılmalıdır.

2-Antalya tufası ve travertenin litofasiyes, fiziksel ve jeomekanik özelliklerinin belirlendiği jeolojik ve jeoteknik çalışmalara ivedi olarak başlanılmalı ve bu çalışmalar mikro-bölgelendirme veya arazi kullanım potansiyeli haritaları olarak sunulmalıdır.

3-Antalya kenti ve civarında yaygın olarak bulunan ve temel zemin işlevini de gören "tufa ve travertenlerin" içerdiği karstik nitelikteki mağaraların karstlaşma mekanizmalarının tespitine yönelik jeolojik-jeokimyasal ve hidrojeolojik çalışmalar mutlaka yapılmalıdır.

4-Tufa ve travertenlerle akifer nitelikli diğer formasyonlardan çıkan ve önümüzdeki 50 yıllık bir süreç için Antalya‘nın su gereksinimini karşılayacak olan yeraltı su kaynaklarına yönelik koruma alanlarına yönelik etüt ve çalışmaların güncellenmeli ve kaynaklar etkin bir şekilde korumaya alınmalıdır.

5-Yeraltısularının hidrojeokimyasal analizlerinin körfez su kimyası çalışmaları ile koordineli olarak ele alınmalı ve tatlısu-tuzlu su girişimine yönelik modelleme çalışmalarının yapılmalıdır.

6-Eski çöp deponi alanının ıslahına ve yeni düzenli depolama alanlarının yer seçimine yönelik çalışmalar hemen başlatılmalıdır.

7-Çevre sorunlarının lokal olarak değil bölgesel ele alınmalıdır.

8-Antalya kentinde örgütlü bulunan TMMOB ve bağlı oda temsilcilikleri arasında kent sorunları ile ilgili olarak koordineli bir çalışma yürütmeli, gelişmeler karşısında ortak tavır alınmalı, kentsel bilgiler uzmanlıkları çerçevesinde paylaşılarak kamu yararına uygun bir şekilde zenginleştirilerek sunulmalıdır.