TMMOB VE AVRUPA BİRLİĞİ
TMMOB, Kanaltürk'te İşçi Konfederasyonları, Meslek Birlikleri ve konuşulacak konu ile ilgili örgütlerin başkanlarının katılımı ile gerçekleşen "Söz Meclisi" programında görüş bildirmeye devam ediyor. 30 Eylül 2005 de gerçekleşen "Söz Meclisi" programının başlığı, bu defa "Avrupa Birliği" idi
Gazeteci Tuncay Özkan tarafından sunulan "Söz Meclisi" programı her ayın son Cuma akşamı aynı katılımcıların iştiraki ile canlı olarak yayımlanıyor.
"Söz Meclisi"nin 30 Eylül 2005 tarihinde yayımlanan "Avrupa Birliği" başlıklı programına TMMOB adına katılan Yürütme Kurulu Üyesi Baki Remzi Suiçmez şunları söyledi:
Sayın Özkan, öncelikle teşekkür ediyorum, izleyenleri ve katılımcı arkadaşlarımızı saygıyla selamlıyorum.
Avrupa Birliği-Türkiye ilişkileri, önemli bir dönemeç tarihi olan 3 Ekim öncesi nasıl değerlendirebilir? TMMOB2ye göre; Türkiye‘nin Avrupa Birliği‘ne üyeliğine ilişkin yaşanan süreç, uzun bir süreç, 1950‘li yılların sonundan başlayan ve bugünlere gelen sorunlu bir süreç. Bu bağlamda 3 Ekim bir son değil, bir başlangıç ta değil. Anımsarsınız, bir yıl önce 17 Aralık süreci konuşulmuştu, daha önce de Gümrük Birliği gündeme gelmişti. TMMOB olarak bizim yaşanan her süreçte söylenecek sözümüz oldu, şimdi de olacak.
TMMOB, Devlet Planlama Teşkilatı‘nca hazırlanan 4. Beş Yıllık Kalkınma Plan 2. AET Özel İhtisas Komisyonu‘na 1976 yılında sunduğu "AET ile Olan İlişkiler Üzerine Görüşler" adlı Raporunda özetle şu görüşlere yer vermişti: "AET ile kurulan ilişkiler, hukuki bir çerçeve içinde Türkiye ekonomisi aleyhine genişlemektedir. Özellikle katma protokol ile somutlaşan bu ilişkiler sanayi, tarım ve ticaret sektörlerimize şu şekilde yansımaktadır: AET ile olan ilişkilerimizde nitelikli bir dengesizlik vardır. Topluluk tarımı özellikle üretkenlik yönünden, rekabet edilemeyecek düzeydedir. Topluluk dış ticaret fazlasına sahipken, Türkiye ekonomisi dış ticaret açığı vermektedir. Türkiye‘nin nitelikli sanayileşmesi engellenmektedir. Türkiye halkı AET‘nin ucuz işgücü potansiyeli olmak durumundadır. Hizmetlerin serbest hareketi ve yerelleşme hakkı ulusal çıkarlarımıza aykırıdır. TMMOB olarak; Bir; AET‘nin anayasası niteliğindeki Roma Antlaşması çerçevesinde gelişen Ankara Antlaşması ve Katma Protokolün, ülkemizin ve halkımızın ekonomik, politik ve kültürel bağımlılığını daha da arttıracağını ve pekiştireceğini; İki; kendi sorunlarını yurt sorunlarının ayrılmaz bir parçası olarak gören Türkiye teknik elemanlarının, bu koşullar altında, bilgi ve becerilerini halkımızın hizmetine sunamayacağını söylüyoruz. Bu nedenlerle de, TMMOB olarak ülkemizin bağımlılık simgesi olmaktan başka bir anlam taşımaya Ankara Anlaşması ve Katma Protokol gibi anlaşmaları kabul etmemeyi, halkımıza karşı yerine getirilmesi gerekli bir görev sayıyor ve halkımızın bilinçli ve örgütlü mücadelesinin bu sorunları mutlaka çözeceğine inanıyoruz."
Yaklaşık 20 yıl sonra, TMMOB‘nin 1996-1998 yılları Çalışma Raporu‘nda gelinen nokta hakkında şu değerlendirme yapıldı: "1995 yılının Aralık ayında Avrupa Birliği‘yle imzalanan Gümrük Birliği (GB) Protokolü‘nün gereği olan uyum süreci ile Türkiye‘nin AB‘ne tam üye olabilmesine yönelik olarak hükümetlerin ciddi çaba harcaması gerekli olan bir dönem başladı. Lozan Antlaşması‘yla 1923‘de başlayan ve kuruluşunu "ekonomik bağımsızlığa" dayandıran Türkiye Cumhuriyeti, iddiasından büyük ölçüde uzaklaşmış oldu. Bu tam teslimiyetten 27 ay sonra AB, Konsey kararı ile Türkiye‘yi üyelik statüsünün ve genişleme sürecinin dışında bıraktı. 1963‘de Ankara Antlaşması‘yla başlayan "rüya" da Lüksemburg Kararı‘yla 2015 yılına kadar bitmiş oldu. 35 yılı aşkın bir süreden beri ilk adı Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) olan AB‘ne muhalif olan kesimlerin (bunların arasında TMMOB de vardı), "onlar ortak biz pazar" savı gerçekleşti."
TMMOB‘nin bu değerlendirmesi Gümrük Birliği sürecinde yapılmıştı. Anımsarsınız, Türkiye Cumhuriyeti‘nin tek taraflı olarak Gümrük Birliği‘ne girdiği dönemde de kutlamalar olmuştu. Dönemin Hükümet Programı‘na şu ifadeler yazılmıştı: "Gümrük Birliği" ne sadece maddi varlığımızla değil, bizim asla vazgeçemeyeceğimiz manevi değerlerimize de gireceğiz. İnancımızla, Kitab‘ımızla, semalarda sonsuza kadar yankılanacak ezan‘ımızla gireceğiz. Başı dik bir Türkiye, bu büyük topluluğun üyesi olacaktır." Dönemin Başbakanı şunları söylemişti 1995 yılında:"Batı‘yla bütünleşme sürecinin başlangıcı olan Gümrük Birliği ile kaliteli mal ve hizmetler halkın eline daha ucuza geçecektir. Yabancı sermaye ülkemize akacak, yeni işi sahaları açılacak. Türk sanayi ve işçisine yeni pazarların yolunu açıyoruz. Geleceği okumak gerek. Tarih hataları affetmez." Önceki dönemlerde Dışişleri Bakanlığı yapan Şükrü Sina Gürel, 2002 yılında süreci aslında çok iyi analiz etmektedir: "Bu, sınırlı bir Gümrük Birliği ve AB"nin istemediği alanları kapsamıyor. Dolayısıyla Türkiye, AB ile dış ticaretinin yarısını yürütüyor ve Gümrük Birliği‘nin ilk 5 yıllık döneminde AB‘ne karşı sadece ticaretten doğan dış ticaret açığı 53 milyar USD. AB, Gümrük Birliği dolayısıyla kendileriyle yaptığımız ticarette kaybettiğimiz gümrük vergilerinin, hiç değilse üçte birini, beşte birini kompanse edebilmek için, yerine koyabilmek için vaat ettiği miktarı vermemiştir, bu dengesizliktir. Dolayısıyla, iktisadi açıdan AB, Türkiye‘den istediğini almıştır, almaya da devam etmektedir." 2004 yılında bu ülkenin bir diğer Başbakanı ise şunları söylemiştir: "Gümrük Birliği nedeniyle Türkiye‘nin zararı 70 milyar dolardır."
Gümrük Birliği, Türkiye-AB ilişkilerinde sorunlu bir süreç. Gümrük Birliği, Türkiye‘ye biçilen bir "özel statü" aslında ya da bir "imtiyazlı ortaklık" durumu söz konusu.
Bugün, müzakerelere başlamak önemli deniliyor. Hangi müzakerelere, neyin müzakerelerine başlayacağız? Serbest dolaşım alanları olan mal, hizmet, kişi ve sermaye ile ortak politika alanları olan enerji, tarım, sanayi ve diğerleri. Peki, nasıl bir müzakere süreci bekliyor bizleri? Brüksel‘de belirlenmiş politikalara hangi sürede, nasıl uyum sağlayacaksınız müzakereleri. AB‘ye karşı bizim şunu değiştirelim ya da şu direktif şöyle değişsin deme şansımız yok. Bu yapıya karşın, bu süreci uzatacak şekilde Ermeni konusu gibi farklı mazeretler üretiliyor. Gelinen noktada, ya müzakerelere başlamama kararı alınacak. Ya da başlanıldığı zaman 17 Aralık 2004‘te imzalanan metin gereği her müzakere konu başlığı fasıllara bölünecek ve bir fasıl kapanmadan diğeri başlamayacak ve her fasıl üye ülkelerce oylanarak kabul edilecek. Her fasıl sonunda yeni 3 Ekim‘ler yaşanacak. Türkiye aslında bir imtiyazlı müzakere sürecine başlayacak. Gümrük Birliği de, Türkiye‘den başka hiçbir aday ya da üye ülkeye uygulanmayan ayrı bir imtiyazlı süreç ve imtiyazlar bizlerden yana değil.
Sayın Özkan, Avrupa Birliği aslında bir çıkar birliği. Bazı gerçekleri çok doğru ve açık şekilde ortaya lazım.
Avrupa ülkeleri 2. Dünya Savaşı‘nı bizzat yaşamış, bu süreçte müthiş bir açlık çekmiş insanlar, savaş sonrası sanayileşmesi ve kalkınması gerekiyor, bir yanda Sovyetler Birliği tehdidi var, diğer tarafta yükselen değer Amerika Birleşik Devletleri, çıkarlarını korumak için birleşerek onlarla mücadele etmeleri gerekiyor. Avrupa ülkeleri bu tablo karşısında; Nazizim ve Faşizm korkusunu tekrar yaşamamak için demokrasi ve insan haklarına sarılmıştır. Filmlere konu açlık sorununu tekrar yaşamamak için tarıma büyük önem vermiştir ve halen bugün bütçesinin yarısını oluşturan 43 milyar euro‘yu tarım desteği olarak ayırmaktadır. Sanayileşmesi için o dönemin stratejik ürünleri olan kömür ve çelik üzerine bir anlaşma imzalamışlardır ve bu anlaşma AB yolundaki ilk ortak anlaşma olmuştur. Sovyetler Birliği tehlikesine karşı da serbest piyasa modeline sarılmışlardır.
Sorunlar değiştikçe, çıkarlar değiştikçe, değişen koşullara göre bu çıkar birliği de değişmektedir. Örneğin; Dünya Ticaret Örgütü müzakerelerinde ABD ile Avrupa ve özellikle Almanya arasında sübvansiyon savaşları yaşanmaktadır. Tarımın serbestleştirilmesi müzakereleri Uruguay Turu‘nda 8 yıl sürmüştür. Bu süreçte AB‘nin kendi içinde uyguladığı birçok politikada başarılı olduğunu belirtmek gerekir. Örneğin; AB‘nin tarıma verdiği destekler sonucu altyapı sorunları çözülmüş ve hedefi aşacak şekilde çok fazla üretim gerçekleşmiştir. DTÖ‘nün de etkisiyle AB üretimden bağımsız doğrudan gelir desteğine 2005‘te, aslında 2007‘de geçmeyi kabul etmiştir. Peki, tam üye olmayan çalışan Türkiye, üretimden bağımsız doğrudan gelir desteğini ne zaman kabul etmiştir? Dünya Bankası ile imzalanan Tarım Reformu Uygulama Projesi kapsamında 2001 yılında. Yani, 15 Günde 15 Yasa sürecinde IMF ve Dünya Bankası politikalarıyla üretimden bağımsız doğrudan gelir desteği modeline geçilmiştir Türkiye‘de.
AB, şu anda başka baskılar da altındadır. AB ülkelerinde istihdam önemlidir ve işsizlik artmaktadır. İşsizliğin arttığı bir Avrupa‘da sosyal politikalardan çok fazla bir şey beklemek gerekmiyor. Türkiye Cumhuriyeti‘nin Şeker Yasası‘nı, Tütün Yasası‘nı, IMF ve Dünya Bankası istedi diye çıkardığı süreçte de söylemiştik, şimdi de söylüyoruz. AB, kendisinin uyguladığı ortak tarım politikasına aykırı bu yasaları desteklediğini İlerleme Raporlarında belirtirken, kamu görevlilerinin toplu sözleşmeli, grevli sendikal haklar, AB‘nin savunduğu sosyal politikalardan biri idi ise, neden İlerleme Raporlarına konu olmamıştır? Çünkü; tek tek Avrupa ülkelerinin sosyal politikalarından bahsetmek olanaklı iken, AB‘nin ortak sosyal politikası belirgin ve bağlayıcı değildir.
Sayın Özkan, bugün en üst düzey yetkililerce 3 Ekim‘in riskli olduğu söylenmektedir. Aslında 3 Ekim‘in taşıdığı riskler, 17 Aralık‘ta atılan imzalardan kaynaklanıyor. Anımsarsak; 17 Aralık‘ta Kıbrıs denilmişti, Ege denilmişti, Referandum denilmişti, 2014‘e kadar bütçe engeli denilmişti, uzun süreli geçiş dönemleri denilmişti. Tarım, serbest dolaşım ve yapısal fonlar olmak üzere üç alana kalıcı sınırlamalar konulacağı da belirtilmişti.
Kalıcı sınırlamalara konu tarım, serbest dolaşım ve yapısal fonlar, bugün AB‘nin kendi sorun alanları aslında. Türkiye Cumhuriyeti‘nin tarımsal üretimi ne kadar düşük olursa olsun, tam üye olunduğu zaman Avrupa alanı % 23 daha artacak. AB kendi tarımsal üretimini kısıtlarken Türkiye‘nin oraya kendi uyguladığı politikalarla girmesini istemiyor, çıkarını koruma mantığıyla. Türkiye‘nin yeterince hazır olmadığı bu süreçte AB‘nin, Türk tarım sektörünün Topluluğa getireceği yük ve sorunlardan uzak kalma konusunda açık bir çaba sergilemesi ve bu alanda işine geldiği alanlar dışında bir sorumluluk almaktan kaçınması anlamlıdır. İyi kardeş - kötü kardeş oyunu ya da IMF‘nin içindeki % 29‘luk payının etkisiyle olsa gerek, diyor ki, IMF‘nin, Dünya Bankası‘nın önerdiği politikaları aynen uygulayın.
AB, 2004 Türkiye İlerleme Raporu‘nda diyor ki; "2000"den bu yana sürdürülen tarım reformu çalışmalarına karşın liberalizasyonun tam olarak sağlanamadı; müdahale alımları, girdi yardımları ve üretimle bağlantılı yardımlar gibi bütçeden finanse edilen destekler halen sürdürülüyor, birçok tarımsal üründe gümrük tarifesi AB düzeyinin üstünde, bazı ürünlerde yasaklar var. AB düzeyinin altında olmakla birlikte, dışsatım sübvansiyonları söz konusu, tarımsal KİT‘lerin özelleştirilmesi tamamlanamadı." Peki, yaşanan gerçek ne? Türkiye‘de artık girdi yardımı kalmadı, müdahale alımları yok denecek düzeye düşürüldü, gümrük tarifelerimiz, Dünya Ticaret Örgütü taahhütleri ile uyumlu dolayısıyla üyelik öncesi AB ile aynı düzeyde gümrük vergisi uygulama zorunluluğumuz yok. Üretimle bağlantılı yardımlar, beş ürüne uygulanan çok düşük miktarlı primler bir tarafa bırakılırsa, söz konusu bile değil. Bu tablo karşısında, dünyada uygulanan dışsatım sübvansiyonlarının neredeyse tamamının AB ve ABD tarafından kullanıldığı gerçeği ortada iken, parasal anlamı olmayan Türkiye uygulamalarından Raporda söz edilebiliyor. AB, Türkiye‘nin kırsal ve tarımsal altyapı sorunlarının çözümüne yönelik SAPARD fonunu kullanmasına onay vermezken, 2007‘den sonra gündeme gelecek IPA yardımları kapsamında kullandırabileceği 1 milyar euro‘nun ise tarımsal ve kırsal kalkınmaya yönelik kullanılmasına olanak tanımamaktadır.
Raporda geçen "tarımsal KİT"lerin özelleştirilmesi tamamlanamamıştır" ifadesini de irdeleyelim. İfadeyi tersinden okursak, AB‘nin bu özelleştirmeleri tamamlayın dediğini görmekteyiz. Özelleştirilmeyen hangi kurum kalmıştır? Türkiye Şeker Fabrikaları A.Ş., Tekel ve Çaykur. Hangi kurumlar özelleştirilmiştir? Yokluğu hala doldurulamayan EBK, SEK, YEMSAN, Gübre fabrikaları. Örneğin; Süt Endüstrisi Kurumu özelleştirilince ne olmuştur? Bugün Türkiye‘de süt piyasasını 5-6 tane, aralarında Fransız şirketlerinin de bulunduğu ulus ötesi şirket yönetmektedir. Özelleştirilen kurumların yerli ya da yabancı sermayeye satışı sürecin yanlışlığını ortadan kaldırmaz. Doğrusu bu kurumların özelleştirilmemesidir. Ancak şu saptamanın yapılması da önemli; özelleştirilen kurumlar ya kapatılmaktadır, ya da bir şekilde yabancıların olmaktadır. Bu saptama, yerli ya da yabancıya satışa karşı çıkmamayı engellemez.
Özelleştirmelerin yanlışlığını en son 2005 yılında KESK, DİSK, Türk İş, Hak İş, TTB ve KİGEM ile birlikte düzenlediğimiz bir sempozyumda ortaya koymuştuk. Tarımsal KİT‘ler dışındaki kuruluşların da özelleştirilmelerine karşı mücadelede içinde Emek Platformu var, TMMOB var, sendikalar var. Sonuç alınabiliyor mu derseniz, istenen sonuç alınamazsa da bu mücadele sürdürülüyor.
Bu süreçte, bazı kesimlerce "AB bir şeyi dayatmıyor, Türkiye‘nin çıkarına uygun olmayan dayatmaları IMF ve Dünya Bankası yapıyor" deniliyor. İşte bu noktada bilinmesi gereken gerçek; yaşanan çıkar savaşı ortamında, IMF, Dünya Bankası ve AB‘nin üçünün de aynı amaca, serbest piyasanın küreselleşmesine hizmet ettikleridir. Dünyada bir küresel sistem, bir liberal sistem şu an egemen ve AB bu sistemin bir bölgesel ayağıdır. Bunu böyle görelim. Aksi durumda, AB‘nin kendi içerisinde uygulamayı doğru görmediği politikaları, IMF ve Dünya Bankası Türkiye‘den isteyince koşulsuz desteklemesi başka türlü izah edilemez.
Sayın Özkan. AB, Türkiye‘ye karşı çifte standart uyguluyor, bu ekonomik alanda da böyle, diğer alanlarda da. Özelleştirmeler konusunda Türk Telekom örneği bunu açıkça gösteriyor. Telekom‘da Almanya‘da Devletin hissesi % 43, kalanı halka arz. Devletin hissesi Fransa‘da % 61, Hollanda‘da % 43, Polonya‘da % 35. Yunanistan‘da Devletin hissesi % 51, kalanı halka arz. Türkiye‘de ise neler oluyor? Uyum bu süreçte dikkate alınmıyor ve Telekom tümüyle birilerine verilebiliyor. Altını çizerek belirtmek gerekirse, Türkiye Cumhuriyeti son dönemlerde kendi aldığı kararları uygulayamaz hale geldi. 2001-2005 yıllarını kapsayan 8. Beş Yıllık Kalkınma Planı‘nda, ki planlar kamu kesimi için emredici, özel sektör için yönlendiricidir, "Telekom, Tüpraş, Erdemir gibi özelleştirmelerde altın hisse uygulanacaktır" denilmektedir. Kalkınma Planına yazmışız ama, uygulamaya geldiğinde ne AB ülkelerine uyan, ne de kendi beş yıllık kalkınma hedeflerimize uymayan şekilde Telekom‘u çok rahat özelleştirebiliyoruz. Bu durum Erdemir için de geçerlidir, Petrol Ofisi için de geçerlidir, Tüpraş için de geçerlidir.
Bu genel değerlendirmeden sonra, AB sürecinin mühendisleri, mimarları nasıl etkilediğine bakalım. Sayın Özkan, bizler, her alanda varız. Enerji alanında varız, tarım alanında varız, çevre alanında varız, sanayi alanında varız.
Sanayi alanında Gümrük Birliği sonrası düzenlenen TMMOB‘95 Sanayi Kongresi kapsamında, 17 Kasım 1995 tarihinde "TMMOB‘95 Sanayi Kongresi‘ne Doğru "Gümrük Birliğine Doğru Sanayi Sektörlerimiz" Sempozyumu gerçekleştirildi ve AB ile Gümrük Birliği‘nin ekonomimiz ve sanayiimiz üzerindeki olası etkileri tartışıldı. TMMOB "97 Sanayi Kongresi kapsamında, 31 Ocak 1997 tarihinde "TMMOB‘97 Sanayi Kongresi"ne Doğru "Gümrük Birliğinin Birinci Yılında Sanayi Sektörlerimiz" Sempozyumu" gerçekleştirildi. Sempozyumda; Gümrük Birliği sonrası sektördeki olumlu ve/veya olumsuz gelişmeler, yeni koşullardaki beklenti ve öngörülerin gerçekleşip gerçekleşmediği, sektör temsilcileri tarafından tartışıldı.
Sizlere, 19-20 Aralık 2003 tarihlerinde Ankara‘da yapılan "Küreselleşme ve AB Süreçlerinin Ülke Sanayi ve Mühendislerine Etkileri" konulu TMMOB Sanayi Kongresi 2003 Sonuç Bildirgesi"nden birkaç paragraf okumak istiyorum. "Küreselleşmenin mantığı gereği, AB sürecinde özelleştirilmelerin hızlandırılması baskısı kamuya ait tesislerin yok pahasına satılmasına ve karlı pek çok kuruluşun talan edilmesine, kaldı ki özelleştirmeden sağlanan gelir, özelleştirme için yapılan masrafları dahi karşılamamaktadır, doğal kaynaklarımızın uluslar arası tekellerin eline geçmesine, sanayi ürünleri üreten mevcut fabrikaların çok uluslu sermaye kuruluşlarının eline geçmesine, istihdam hacminin daralmasına, dolayısıyla bilimsel, teknolojik gelişmelerin engellenmesine neden olmaktadır. Devletin vergiden yoksun kalmasına fırsat vermektedir" Uluslararası emperyalist tekeller IMF, Dünya Bankası ve DTÖ aracılığıyla gelişmekte olan ülkelere yapısal uyum politikaları dayatılarak bu ülkelerdeki kamu yatırımlarının özelleştirilmesini hızlandırmaktadırlar. Dünya tekellerinin ve çok uluslu şirketlerin egemenlilerinin bu düzeye ulaşmasının demokrasideki olumsuz etkilerini de gözden ırak tutmamak gerekir" Gümrük Birliği Anlaşması sonrasında sanayide ihracatın ithalatı karşılama oranı azalmış, Türkiye ekonomisinin belli mallardaki rekabet gücü AB karşısında önemli ölçüde gerilemiştir. Sanayide yapısal dönüşümler gerçekleştirilmeden AB‘ne geçişte yetersiz kalınacağı görülmektedir" İncelenen sektörlerde ortaya çıkan tablo, gelinen noktanın sanayileşme yönünden iç açıcı olmadığını vurgulamaktadır" Makina imalatı sanayi, tüm sanayi sektörlerine yatırım mali (makina, donanım, alet, takım, tertibat) veren bir mühendislik sektörüdür. Ancak bu sektör de AB ile rekabet edebilecek düzeyde bir yapıya sahip değildir. Teknolojik düzeyi düşüktür. Yüksek katma değerli malların ihracat içindeki oranı % 5‘i bulmaktadır. AR-GE harcamaları şirket cirolarının % 0,8‘ini aşmamaktadır. Sanayi girdilerinin ortalama % 60‘ı yurtdışından gelmektedir. Sektörde ihracatın ithalatı karşılama oranı ise % 30,6‘dır. İhracatın dünya içindeki payı % 0,6‘dır. Bununda önemli bir kısmı fason üretim olmaktadır… Ülkemizde Gümrük Birliği Antlaşmasının imzalandığı 1995 yılından beri sürdürülen teknik mevzuat uyumu çalışmaları büyük ölçüde tamamlanmıştır. 2004 yılı başlarından itibaren yeni yaklaşım direktifleri kapsamına giren 24 ürün çeşidinin iç piyasaya da sürülebilmesi için ürün güvenirliği anlamına gelen CE işaretini taşıması zorunlu hale gelmiştir. Makine imalat sanayisi ürün yelpazesinin % 65‘i bu kapsama girmektedir. Ancak AB tarafından tanınırlığı olan yerli test ve belgelendirme kuruluşları henüz oluşturulamamıştır. Bu nedenle iç piyasaya hizmet veren üreticilerimiz de uygunluk değerlendirme faaliyetlerini çok yüksek bedellerde AB test ve belgelendirme kuruluşlarına yaptırmak zorunda kalacaktır. Bu bir anlamda ülkemizde bu alanda hizmet veren mühendislerin de işsiz kalması anlamına gelmektedir. Bu da mesleki uygulama alanlarımızın daralması demektir."
AB müzakerelerinde önemli bir diğer konu, yabancılara arazi satışı konusudur. Müzakereler önemlidir ve müzakereler iki tarafın görüşmesidir. Yabancılara arazi satışında da, satmam diyemiyorsunuz, belli koşullarda, belli alanlarda, şu süre sonrası gerekli düzenlemeleri yapabilirim diyorsunuz, yani bu konudaki müzakere bu. Tarımsal yapısı genel hatlarıyla bize benzeyen Polonya, tarım sektöründeki sorunları nedeniyle AB ile sıkı bir müzakere süreci yönetti. Görüşmeler süresince Polonyalı çiftçiler alanları doldurdu, taleplerini dile getirdi. Polonya, bu süreçte birçok alanda uyuma yönelik mali yardım ve zaman sınırlamaları kazandı. Yabancılara arazi satışı konusunda da uyumu 7-12 yıl erteletti. Polonya‘dan Macaristan‘a, Malta‘dan Romanya‘ya kadar pek çok aday ülke bu konuda süre uzatımları aldı. Malta, küçük bir ada olması nedeniyle alan kısıtlamaları koydurttu. Türkiye ise, daha tam üyelik müzakereleri başlamadan, yabancılara arazi satışına yönelik bir yasayı, Anayasa Mahkemesi‘nin iptal edeceğini bile bile çıkarttı 2003 yılında. 1980‘li yıllarda iki kez daha yaşanmıştı bu süreç. Anayasa Mahkemesi kararlarının geriye doğru işlememesi nedeniyle birçok arazi yabancıların mülkü oldu. İptal sonrası ise yaşanan boşlukta yeni bir yasanın çıkartılması gündemde. Bilinmesi gereken nokta ise şu; siyasi iktidarlar AB‘ye uyum diye bu yasayı çıkarttığını söylüyorlar, ancak AB bu konuda bizi o kadar sıkıştırmıyor ve de kısa dönemli yapılacakların arasında bu yok, sonradan konulsa bile diğer ülkeler örneği önümüzde. Doğrudur, AB İlerleme Raporları doğrultusunda oluşturulan Türkiye Ulusal Programı‘nda, bu konuda öncelik tanınan iki konu; Türkiye‘deki bütün sektörlerde (AB menşeli) yabancı yatırımların önündeki bütün kısıtlamaların kaldırılması ile AB vatandaşları ve tüzel kişilerinin gayrimenkul ediniminin önündeki bütün kısıtlamaların kaldırılmasıdır. Yaşanan gelişmeler yabancı doğrudan yatırımlarda bir gelişme görülmediğini, doğrudan yabancı sermayenin ya özelleştirilen KİT‘leri ya da arazi satın almak üzere ülkemize geldiğini göstermektedir. Yine bilindiği gibi, uyum sürecini yaşadığımız Avrupa Birliği ülkelerinde, her isteyen yabancı, getirilen kısıtlamalar nedeniyle, her istediği yerde, her istediği şekilde taşınmaz edinememektedir. Bunun yanı sıra, AB üyesi ülkelerin hemen hemen tümünde yabancıların tarım arazilerinde taşınmaz edinme olanakları yoktur ya da çok sınırlıdır. İşte, yabancılara arazi satışı konusunda da, tarım alanında olduğu gibi, AB‘ye girmeden, müzakerelere başlamadan tek taraflı adımlar atıyoruz. Sonuçta, müzakere masasına oturduğumuzda, böyle giderse, elimizde müzakere edebileceğimiz bir avantajımız kalmayacak gibi.
Sayın Özkan, AB‘ye girince çevre konusunda önemli kazanımların ortaya çıkacağı söyleniyor ve İspanya‘nın Çevresel Etki Değerlendirmesi, kısaca ÇED Raporu olmayan yaklaşık 300 sanayi tesisini bir gecede kapatması örnek olarak veriliyor. Öncelikle, AB‘nin yüksek maliyet gerektiren çevre konusunda uyum için Türkiye‘ye yeterli mali kaynak aktarmayacağını anımsatmak istiyorum. Türkiye‘de ise çok ilginç şeyler yaşanıyor çevre konusunda. Cargill diye ulusötesi bir dev şirket Türkiye‘de nitelikli tarım alanlarına izin almadan bir sanayi tesisi kuruyor. Nişasta üretecek bu tesisin çevreye zararı söz konusu. Bu tesisin kapatılmasına yönelik mahkeme kararları var. Bu kararlara göre bu tesis kaçak bir yapıdır, ekonomik değeri dışında gecekondu statüsündedir. Yargı kararlarını uygulaması gerekenler, bu yasa dışı tesisin üretimini sürdürmesine yönelik iki yasal düzenleme yaptılar bu yıl. Birincisinde, herkesin istediği Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Yasası‘na bir geçici madde eklediler ve para karşılığı af getirdiler. Belki yeterli olmaz diye bir de Bakanlar Kurulu Kararı çıkartılarak alan Özel Endüstri Bölgesi ilan edildi, mahkeme kararlarını işlemez kılmak için. TMMOB olarak Bakanlar Kurulu Kararı‘nın iptali için dava açtık. Diğer yasa hakkında da, Anayasa Mahkemesi‘ne iptal davası açıldı.
Avrupa Birliği‘nin, kendi çıkarları doğrultusunda AB‘den beklentisi olan birçok kesimi çok iyi kullandığını belirtmek gerekiyor. Kimi kesim insan hakları konusunda beklenti içinde, kimi iş bekliyor.
Çiftçimiz de diyor ki, bize para yağacak. Oysa AB, kendi belgelerinde açıkça diyor ki, çiftçinize para verilmeyecek. Verileri karşılaştıralım. Türkiye‘de ülke nüfusunun % 35‘i kırsal alanda yaşamakta, istihdam oranı % 43.6, tarımın istihdama katkısı % 34, GSMH‘ya katkısı ise % 11 düzeyinde bulunmaktadır. Avrupa Birliği‘nde 1 Mayıs 2004‘ten itibaren 25 üye sonrası birlik nüfusunun % 6‘sı kırsal alanda yaşamakta, istihdam oranı % 62.9, tarımın istihdama katkısı % 6, GSMH‘ya katkısı ise % 2‘nin altında bulunmaktadır. Türkiye‘nin katılımı ile AB‘nin yüzölçümü % 20, nüfusu %16, istihdamı % 11 oranında artacaktır. Ülkemizde tarımsal işletme büyüklüğü 61 dekar iken, AB‘de 174 dekardır. AB, Ortak Tarım Politikası çerçevesinde, 23 ortak piyasa düzeni kapsamında bulunan başta hayvansal ürünler, hayvan yemleri, su ürünleri, sebze-meyve, şarap ve bazı ekilebilir ürünlere yönelik destekleme politikalarını sürdürürken, Türkiye‘de 23 üründen bir çoğuna yönelik bir tarımsal destekleme söz konusu değildir. Pamuk, ayçiçeği ve soya gibi birkaç üründeki prim benzeri destekler ise çok yetersiz düzeydedir. Türkiye ile AB‘nin tarım sektörleri arasında; nüfus başta olmak üzere; tarımsal istihdam, işletme ölçeği, teknoloji kullanımı, örgütlenme, destekleme, verimlilik, kalite standartları, bitki ve hayvan sağlığı, istatistik veri tabanları, çiftçi - arazi ve hayvan kayıt sistemleri ile idari yapılanmalar açısından önemli farklılıklar bulunmaktadır. Avrupa Birliği, çözülen sorunlarına karşın 103 milyar euro‘luk AB bütçesinin yılda 43 milyar euro‘yu tarımına aktarırken, Türkiye onca sorununa karşın tarımına 3 katrilyon TL mali kaynak ayırabilmektedir. Destek oranı farkı 1/7 kat düzeyindedir. Bu ortamda AB, Türkiye‘de Ortak Tarım Politikasının aynen uygulanması durumunda Doğrudan Gelir Desteği için 8, pazar önlemleri için 1, kırsal kalkınma önlemleri için 2.3 milyar euro olmak üzere, toplam 11.3 milyar euro‘ya gereksinim olduğunu belirterek, bunu veremeyiz demektedir. Yani, çiftçimizin para yağacak beklentisi boşunadır.
Aynı beklentiye sahip esnaf ve sanatkarlar için de bu böyledir, yani "AB daha fazla destek veriyor, biz de girersek daha fazla destek alacağız" beklentisi yanlıştır. Bu beklentilere çiftçilerimizin de, esnafımızın da girmemesi gerekiyor. AB‘nin tarım, serbest dolaşım ve yapısal fonlar alanlarında kalıcı sınırlamaları gündeme getirdiğini söylüyoruz. Bu konularda da beklenti içine girmemek gerekiyor. Nitekim, 2004 yılında yeni üye olan 10 ülkeye gerekli mali katkıyı çok sınırlı düzeyde verdi. Aslında o ülkeler de beklentilerine ulaşamadılar. Şimdi ise, AB‘nin tavrı açık, görmek gerekiyor.
Ülkemiz, en sorunlu sektörlerden biri olan tarımda, bu koşullarda meyve-sebze, fındık, bakliyat ve koyun eti dışında rekabet etme şansı bulamayacaktır. Kısaca, bu koşullarda tarım faslı açıldığında ne zaman kapanacağı belirsizdir. Nitekim, Birliğimizin konuyla ilgili uzman odası olan Ziraat Mühendisleri Odası, 9 Ekim 2004‘te yayımladığı Basın Açıklaması‘nda şunu söylüyor: "Kopenhag Kriterlerinin Yerini Tarım Kriterleri Aldı." Özetle, AB‘nin uyguladığı politikanın ana niteliği, birliğin pazar payını artırmak üzere Türkiye‘yi potansiyeli yüksek bir pazar haline getirmek şeklinde ortaya çıkıyor. Her kesim, bizim gibi bu gerçeği açıkça söylemek zorundadır.
Kopenhag Kriterleri konusu açılmışken, bu konuda da bir bilgi eksikliği ya da kavram kargaşası var. Üyelik öncesi ön koşul olan Kopenhag Kriterleri, yalnızca demokrasi ve insan haklarını gündeme getirmiyor. Çözülen sosyalist bloktan gelen ülkeleri sisteme katmak için geliştirilen bu kriterler; bir, siyasi kriterler; iki, mevzuata uyum; üç, serbest piyasa ekonomisine uyum olarak 3 ayaktan oluşuyor. Aslında, sosyalist bloktan gelen ülkelere yönelik bu kriterler, Türkiye‘ye ise ironik bir şekilde yansıyor.
Bir an AB‘ye tam üye olduğumuzu ve Ortak Tarım Politikasını uyguladığımızı düşünelim. Onların sorunları çözülmüş, bizleri çözülememiş sorunları çok fazla. Altyapı sorunumuz olduğu gibi duruyor. Altyapı sorunlarını çözecek kamu kurumlarını ise kapatıyoruz, örneğin Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü. Sulama yatırımlarına para ayırmıyoruz. AB‘de güçlü bir Tarım Genel Müdürlüğü var, müdahale kuruluşları var, ödeme ofisleri var, kırsal kalkınma birimleri var. Bu kurumların varlığını herkes biliyor ama, müzakere sürecinde bu kurumlar bizde de olmalıyı ya diyemiyoruz, ya da başka yerlerden dayatılan başka şeyleri yapıyoruz. Türkiye‘de gündeme gelen ve halen gündemde olan Kamu Yönetimi Temel Kanunu Tasarısı‘nı anımsayalım. Tarım ve Köyişleri Bakanlığı, Sanayi ve Ticaret Bakanlığı, Bayındırlık ve İskan Bakanlığı, Çevre ve Orman Bakanlığı gibi neredeyse tüm bakanlıkların taşra teşkilatlarının kapatılması gündeme getiriliyor, yerelleşme adına. Toprak kaynaklarının yönetimi, su kaynaklarının yönetimi yerele veriliyor bu süreçte. Oysa, merkezi ve yerel düzeyde gerekli yatırımları yaparak ve uygun destekleme politikalarını uygulayarak güçlü duruma gelirsek, AB ve dünya pazarları ile rekabet edebiliriz. Bunları yapmazsak, Brüksel‘den gelen Ortak Tarım Politikası kararlarını aynen uygularsak, açık konuşalım, Türkiye tarımı yok olur, bağımlı hale gelir. Diğer sektörler için de bu durum geçerli.
İşgücü açısından duruma baktığımızda, AB‘den sosyal politika alanında çok şey beklemenin gerçekçi olmadığını söylemiştik. Bu süreçte, sadece özel sektörde değil, Kamu Personel Rejimi Reformu kapsamında kamuda da esnek çalışma gündemde. TEAŞ‘taki kapsam dışı sözleşmeli personel gibi kimi uygulamalar yaşama geçirildi ve bu statüde çalışanların, üyelerimizin hiçbir güvencesi yok.
Güneydoğu Anadolu Projesi‘ne, GAP‘a değinelim. Bu proje bizler için çok önemli ve çok şey bekliyoruz. Sulama yatırımlarının gerçekleşme oranı % 12-13. Tamamlanmayan yatırımlar nedeniyle sulamaya açılan alanlarda tuzlanma, çoraklaşma sorunu başladı. Türkiye, bu yatırımı kendi kaynakları ile finanse ediyor. Bu süreçte kendi kaynaklarıyla projenin bileşenleri olan enerji ile tarım yatırımları arasındaki dengeyi kuramamış. AB Su Çerçeve Direktifi, uyum sürecinde gündeme geliyor. AB İlerleme Raporlarında da su konusuna değiniliyor. Hizmet Ticareti Genel Anlaşması, GATS kapsamında da suyla ilgili hizmetler serbest piyasaya açılıyor. Biz GAP‘ı kendi kaynaklarımızla sulama hizmetlerini yeterince veremedik, doğrudur. Ancak, toplam 8.5 milyon hektar sulanması gereken alanın ancak yarısını sulayabilen Türkiye‘nin, bu yatırım hızıyla sulama sıkıntısını aşabilmek için 60 yıla gereksinim duyması karşısında, AB‘nin ulusal hükümranlık haklarını yok sayarak Fırat ve Dicle üzerinde uluslararası bir yönetim modelini önermesini kabul edemeyiz, etmemeliyiz.
Müzakereler sürecinde gündeme gelen bir diğer istek, Türkiye‘nin kırsal nüfusunu % 6‘ya indirmesidir. Türkiye‘de sivil istihdamın % 33‘ü olan 7.2 milyon işgücünün tarım sektöründe bulunduğu, bunların aileleri ile birlikte 25 milyona yakın nüfusu oluşturdukları, sanayi sektörünün 4 milyon, hizmetler sektörünün 11 milyonluk istihdam kapasiteleri ile yeni istihdam alanı oluşturmadıkları ve oluşturamayacakları, Türkiye‘deki işsizlik oranının % 9-10 arasında değiştiği bilinirken; işsizlik ortalaması % 8 olan AB‘nin, kişilerin serbest dolaşımına kalıcı sınırlama getirerek ve bu alanda üye devletlere azami bireysel rol tanıyarak, tarımdan kopacak 6 milyon işgücünün aileleri ile birlikte doğuracağı sorunlara sessiz kalması, onlar için belki anlaşılabilir, ancak bizler için kabul edilemez. Hepimizin ciddi olarak düşünmesi gereken konu, kırsal nüfusu nasıl % 6‘ya düşüreceğiz, hangi sürede ve süreçte bunu yapacağız, sanayiye ve hizmetler sektöründe nitelikli işgücü olarak mı bu aktarım gerçekleşecek, yoksa kentlerimizi artan yeni sosyal ve ekonomik sorunlarla baş başa mı bırakacağız?
AB‘ye uyum sürecinde meslektaş ve meslek alanı olarak yaşadığımız ve yaşayacağımız sorunları ortaya koymaya çalıştım. Bu sorunların çözümü için yapılabilecek çok şey var. Bizlerin, öncelikle ne istediğimizi bilmemiz gerekiyor. Genel çerçeveyi çok iyi ortaya koymamız gerekiyor.
Türkiye Cumhuriyeti, Avrupa Birliği‘ne tam üye olsa da olmasa da, AB ve AB üyesi ülkelerle ilişkilerini sürdürecektir. OECD ile ilişkilerini sürdürecektir. Dolayısıyla bu sistemin içinde yer alacaktır.
Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği; karar alma mekanizmasına dahil olmadığınız yerde sizin hakkınızda alınan kararları uygulamanın bağımsızlık ilkesine aykırı olduğunu söylemektedir. TMMOB bunu, kendi örgütü için de, Türkiye Cumhuriyeti için de, çok net olarak sö