TMMOB, YÖK'ÜN YÜKSEKÖĞRETİMİ YENİDEN YAPILANDIRMAYA YÖNELİK ÇALIŞTAYINA KATILMIYOR
TMMOB, Yükseköğretim Kurulu Başkanlığı’nın yükseköğretimin yeniden yapılandırılmasına ilişkin tarafların görüşlerini almak üzere 6 Nisan 2011 tarihinde Gebze TÜBİTAK Türkiye Sanayi Sevk ve İdare Enstitüsü’nde düzenleyeceği çalıştaya katılmayacağını yazıyla bildirdi. TMMOB Genel Sekreteri imzasıyla 5 Nisan 2011 tarihinde gönderilen yazı ekinde, TMMOB’nin “Yükseköğretimin Yeniden Yapılandırılmasına Dair Açıklama” üzerine görüşü de gönderildi.
T.C.
YÜKSEKÖĞRETİM KURULU BAŞKANLIĞI‘NA
ANKARA
İlgi. 17 Mart 2011 tarih ve B.30.0.EÖB-199-1824-12188 sayılı yazınız.
İlgi yazı ile bildirmiş olduğunuz Yükseköğretimin yeniden yapılanmasına yönelik çalışmalar kapsamında 6 Nisan 2011 tarihinde yapılacak Çalıştay toplantısına Birliğimiz tarafından katılım sağlanmayacaktır.
Konu ile ilgili görüşümüz ekte tarafınıza gönderilmektedir.
Bilgilerinizi dileriz.
Saygılarımızla,
N. Hakan GENÇ
Genel Sekreter
EK: TMMOB Görüşü (3 sayfa)
YÜKSEKÖĞRETİMİN YENİDEN YAPILANDIRILMASINA DAİR AÇIKLAMA ÜZERİNE TMMOB GÖRÜŞÜ
Yükseköğretim Kurulu Başkanlığı‘nın yükseköğretimin yeniden yapılandırılmasına ilişkin tarafların görüşlerini almak üzere 6 Nisan 2011 tarihinde Gebze TÜBİTAK Türkiye Sanayi Sevk ve İdare Enstitüsü‘nde düzenleyeceği çalıştaya ilişkin davet yazısı 17 Mart 2011 tarihinde tarafımıza ulaşmıştır.
Yükseköğretim Kurulu Başkanlığı‘nın internet sayfasında da yer alan "Yükseköğretimin Yeniden Yapılandırılmasına Dair Açıklama" metni incelendiğinde, YÖK‘ün bu yapısıyla sürdürülebilir bir yapı olmadığını YÖK yöneticilerinin de kabul ettiği ortaya çıkmaktadır.
"Reform" olarak sunulan ve yapılması gerekenleri başlık halinde sunan metnin, neoliberal dalgadan oldukça etkilendiği görülmektedir. Metin, bilimsel bilginin topluma değil, sermayenin hizmetine nasıl sunulacağının formülasyonunu temel alan bir yaklaşıma sahiptir. Metinde yer alan ve temel alanları piyasa ihtiyaçlarına göre parçalayan; "çeşitlilik, rekabet, performans değerlendirmesi, çok kaynaklı gelir, kalite güvencesi" gibi başlıklar neoliberal sistemin kavramlarıdır. Bu kavramlarla bilimin ve aklın ışığına inanmış kuşaklar yetiştirmek özellikle de, mühendislik ve mimarlık tanımlarındaki temel değerlerle donatılmasını sağlamak olanaklı değildir.
Mühendislik, "Matematik, doğa ve güncel mühendislik bilimleri bilgilerine dayanan bir eğitime ek olarak deneyim ve uygulama ile kazanılan formasyonu kullanarak vardığı somut sentezlerle evrensel ve insanlık yararına problemleri ve gereksinimleri belirleyerek ve bunlara yanıt vermek üzere ekonomiklik, doğal kaynaklarla ilgili sürdürülebilirlik ilkelerini dikkate alarak ve mühendislik etiğini gözeterek; teknik ağırlıklı ekipmanların, ürünlerin, proseslerin, sistemlerin, yöntemlerin ya da hizmetlerin tasarımı, doğrulanması, hayata geçirilmesi, işletilmesi, bakımı, dağıtımı, teknik satışı ya da danışmanlık ve denetiminin yapılması ve bu amaçlarla araştırma-teknoloji geliştirme ve inovasyon (ATGİ) faaliyetlerinde bulunulması işlevine denir." Mühendislik, kuşkusuz sanayiinin ihtiyaçlarına da yanıt vermektedir. Ancak, sanayiyi önceleyen, insanlık yararını öteleyen bir eğitim esas alınamaz, alınır ise, bu kurumun adı üniversite olamaz.
Topluma öncülük etmesi gereken üniversiteler, bilimsel, yönetsel ve mali özerklikten yoksun olduğundan 30 yılı aşkın bir süredir, kurumsal olarak toplumun ihtiyaçlarına yanıt verememiştir. Kendi kendini yönetemeyen üniversite ve üst kurum olan YÖK, bugüne kadar (üniversite bileşenlerinin temsil edilmediği yönetimlerle) siyasal iktidarların eğilimlerine göre duruş sergilemişlerdir. Bu nedenle, bir planlama programına sahip olmaksızın siyasal iktidarların popülist politikalarına teslim olmuşlardır. Siyasal iktidarların popülist yaklaşımları sonucu alt yapısı olmadan açılan üniversite ve fakültelerin verdiği eğitimin akademik bir eğitim olduğunu kabul etmek oldukça güçtür. Günlük ve anlık politikalarla tıkanan sitemin yükünü, bugün YÖK‘ün de kaldıramadığı açıktır.
Bugün sistemin verileriyle, mühendislik ve mimarlık fakültelerinin durumuna ilişkin somut değerlendirme yapacak olursak; üniversite diplomasına sahip kişilerin birçoğunun ya iş bulamadığını ya da eğitimini aldığı dalda çalışmadığını görüyoruz. Toplumun ihtiyaç ve beklentileri ile üniversitelerimizde verilen eğitim uyumlu değildir. Ülkemizdeki yükseköğrenim sistemi incelenecek olursa gerek kurum gerek disiplin sayısına bakıldığında bir planlamanın ve bilimsel ölçütlerin göz önüne alınmadığı görülecektir.
Ülkemizde halen farklı adlar altında 152 fakültede mühendislik eğitimi verilmektedir. Her yıl mühendislik fakültelerine 60 binin üzerinde yeni öğrenci kaydolmaktadır. Alınan öğrenci kadar mezun verildiğini varsayarsak, yılda ortalama 60.000 yeni mühendis iş hayatına atılıyor demektir. Oysa meslek alanında var olan işsizlik çok yüksek boyutlardadır. Hal böyle iken bilimsel gereklere ve ülke gerçeklerine göre değil sadece sübjektif nedenlerle fakülteler açılması, sonuçları itibariyle kolay çözülemeyecek sorunlar ve tahribatlar yaratmaktadır.
Birliğe bağlı odalara kayıtlı üye sayısı da ülkede var olan mühendis sayısı hakkında bir fikir verecektir. 31.12.1994 tarihinde toplam üye sayısı 186.343 iken, 31.12.2005 tarihinde bu rakam 280.000 olmuş, 2010 sonu itibariyle ise 380.000‘i aşmıştır. Bu sayılara kamuda çalışıp da üye olmayanlar dahil değildir.
Ülkemizde, her mezun olan mühendisin istihdamına yönelik bir olanak bulunmamaktadır. Bugün mühendislerin %25‘i ya kendi mesleği dışında çalışmaktadır ya da açık işsizdir. Yatırım planlamasına bakılmaksızın işsiz mühendislerin içine yeni işsizlerin katılmasının sosyal patlamalar için potansiyel oluşturduğu açıktır. İş-Kur verilerine göre işsizlik oranında üniversite mezunlarının ilk sırayı aldığı gerçeği ve 30 yaşına kadar iş bulamayan birinin artık kendi meslek alanında çalışmasının olanaksızlığı tespiti binlerce üniversiteliye yapılan haksızlığın açık kanıtıdır.
Genç nüfusa sahip ülkemizde, gençliği üniversitelerde 4-5 yıl oyaladıktan sonra ortada bırakmanın gence, ailesine ve topluma artı değer olarak dönmediği gerçektir. Genç insan, kendini nitelikli işgücü görüp, işsiz kalmanın travmasını çevresiyle birlikte yaşamaktadır.
Plansız ve programsız her ile üniversite açılması, teknik eğitim fakülteleri ve mesleki eğitim fakülteleri kapatılarak teknoloji fakültesi adı altında mühendislik bölümlerine dönüştürülmesi, mühendislik alanına yeni sorunlar eklemiştir.
Basında yer alan hayat boyu eğitim gerekçe gösterilerek 650.000 teknikere mühendislik yolunu açan program doğru ise, herkesin mühendis unvanına sahip olacağı anlamına gelmektedir. Bugüne kadar üniversite sınavlarında, fen bölümünden mezun olmak ve başarılı olmak koşul iken, eşitlik ve hakkaniyet ilkesine aykırı olarak "mühendis" unvanı dağıtılmaya başlanmış ve ihtiyaç olan ara eleman yok edilmiştir. Deyim yerindeyse YÖK eliyle ucuz unvan dağıtımı, mühendislik eğitiminde ve mühendislik uygulamalarında kalitenin iyice düşeceği anlamına gelmektedir.
Kaldı ki, altyapısı hazırlanmadan açılan üniversite, fakülte ve bölümlerce verilen eğitimin kalitesi de başlıca tartışma konusunu oluşturmaktadır. Toplumun tüm kesimlerinde eğitim-öğretimdeki kalitenin yetersizliği kabul görmüş bir gerçek iken, yeni bölümlerin açılmasının nesnel bir dayanağı bulunmamaktadır.
Eğitimin kalitesini doğrudan etkileyecek en önemli unsurlardan birisi de öğretim elemanı sayısı ve niteliğidir. Mühendislik fakültelerinde, bazı büyük şehirlerdeki üniversiteler de dahil olmak üzere, öğretim üyesi başına düşen öğrenci sayısının 100-150, hatta daha da yukarılara çıktığı görülmektedir. Halen birçok yeni üniversitede yeter sayıda ve nitelikli öğretim elemanı bulmada güçlük çekilmekte, bu nedenle yasal olarak kuruluşu gerçekleşmiş öğretim kurumları faaliyete geçirilememektedir.
Devlet eliyle verilen ve devletin en önemli görevlerinin başında gelen eğitim-öğretim hizmetinin kalitesiz olamayacağı temel kabuldür. Sosyal hukuk devleti olmanın gereği de eğitim-öğretim hizmetine ayrılan paydan ve kaliteden kaçınılamayacağıdır. En temel kamusal hizmetin sonuçları toplumsal yaşamı ilgilendirmektedir. Zaten var olan üniversiteler arasındaki eğitim eşitsizliği, bütçeden ayrılan payın yetersizliği gibi nedenlerle ciddi bir mesleki yeterlilik sorunu vardır.
Amaç, üniversiteleri akademik kurum niteliğine dönüştürmek ise, öncelikle demokratik-özerk bir kurum kurgusuyla yola çıkmak gerekir. YÖK ve tüm mevzuatının kaldırıldığı; siyasal iktidar ve sermayenin müdahalesine kapalı; öğrenci ve çalışanlarıyla birlikte demokratik esaslara göre seçilenlerce yönetilen; bilimsel bilgi, düşünce ve ifade özgürlüğünü içselleştiren bir ortamın yaratılması ve parasız eğitimin herkesin hakkı olduğunun kabulüyle yola çıkmak esastır. Kısacası bilimsel, yönetsel ve mali yönden özerk bir kurum hedeflenmelidir. Bu da, darbenin ürünü olan bir kurumun revizyonuyla olanaklı gözükmemektedir.
Tarafımızca, 12 Eylül askeri darbesinin bir ürünü olan ve bilimsel, özgür üniversite ortamlarını yok etmek için oluşturulan Yükseköğretim Kurulu‘nca yükseköğretimin neoliberal politikalarla yeniden düzenlenmesini hedefleyen bu tür bir çalışma içinde yer almak mümkün görülmemektedir.