TMMOB MADEN MÜHENDİSLERİ ODASI TARAFINDAN MADENCİLİK VE ÇEVRE SEMPOZYUMU GERÇEKLEŞTİRİLDİ
TMMOB Maden Mühendisleri Odası tarafından düzenlenen Madencilik ve Çevre Sempozyumu, 5-6 Mayıs 2005 tarihlerinde Ankara Ticaret Odası Konferans Salonu'nda gerçekleştirildi.
Sempozyumun açılışında sırasıyla Maden Mühendisleri Odası Başkanı Mehmet Torun, TMMOB Yönetim Kurulu Üyesi Serdar Ö. Kaynak, ATO Başkanı Sinan Aygün, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Selahattin Çimen konuştular.
Madencilik sektöründeki çevre sorunlarının incelenmesi, tartışılması, teknik ve bilimsel gelişmelerin kamuoyuna aktarılması, çözüm önerilerinin geliştirilmesi amacıyla yapılan sempozyumda 6 oturumda 25 bildiri sunuldu.
Sempozyum, "Çevre Mevzuatı, Çevrecilik Hareketleri ve Madencilik" başlıklı panel ile sona erdi.
Panelde TMMOB adına konuşan Serdar Kaynak şunları söyledi:
Ben burada, Dünyadaki ve ülkemizdeki çevre hareketlerini ve bunun madenciliğe yansımalarını tarafsız bir gözle kısıtlı biçimiyle anlatmaya çalışacağım. Çünkü, olayın boyutları geniş ve derinde, bu panelinde sınırlarını zorlar inancındayım!
"Eğer bir fikrin hayatta karşılığı yarsa, o zaman onlar birer maddi güç haline gelirler"
Çevrecilik, ekoloji v.b bu söylemlerin maddi hayatta bir karşılığı var mı?
Kıpırdayan yaprak ilgimizin konusumudur? Bu hem pratik hem de teorik açıdan geçerli hale getirilmelimidir?
Dünyanın mevcut ideo-politik ikliminde "kıpırdayan yaprak" salt bir mecaz olarak mı anlaşılmalıdır? Dünya iklim dört bucak, dağ , taş, politik varlık için bir çıkış ilkesi, bir gerekçe konusu olmak durumun damıdır? Politik gerekçelerimize artık dağ - taş da katılmış mıdır? Bu salt teknik anlamda sistemin sınırlarının doğaya doğru genişlemesi mi? yoksa bununla birlikte politikanın da genişlemesimidir? Çok irdelemek gerekiyor. Vaktimiz dar yinede; İrdelemeye çalışalım!
Ekolojik hareketlerin dünyada ki durumu;
Bu olguyu kabaca tasnif edersek;
Greenpeace( yeşil Barış) hareketi
1970 yılı; greenpeac taraftarlarının nükleer yer altı denemelerini, Pasifik Okyanusundaki balina katliamlarını v.b protesto etmek ve kamuoyu oluşturmak için ilk kez doğrudan eylemlerin ve çeşitli engelleme girişimlerinin de başlama tarihidir. Greenpeace‘in şiddet içermeyen bu eylemleri artarak sürdü. Süreç içinde teorik alt yapısını da geliştiren Greenpeace kendi nitelemesiyle bir "gezegensel felsefe" ortaya attı
Ekotajın (Çevresel sabotaj) kökenleri
Ekotaj; çevresel değerlere duyarlılık ve ekolojik krize neden olan aktiviteleri protesto temelinde uygulanan sabotaj eylemlerine verilen isimdir.
Bunun felsefesine göre;
1= Ekolojik krizin nedeni olan politik sistem tümüyle değişmelidir.
2=Günümüz toplumunun yasal ve ekonomik kurumları köklü bir değişime gereksinim duymaktadır.
3=İnsan toplulukları doğaya karşı olan değer yargılarını ve yaklaşımlarını değiştirmelidir.
4=Kişisel yaşam biçimleri yeniden düzenlenmelidir.
Earth First! (Önce Dünya)
1980‘lerin başından itibaren radikal ekolojizmin çekim merkezi Greenpeace‘den "Önce Dünya" isimli gruba ayrılır. Bu grup radikal yöntemleri ve yarattığı kamuoyuyla 1980‘ler boyunca kendisinden söz ettirir. Grubun en belirgin söylemi "toplumsal hayatın ekolojik öncelikler doğrultusunda tümüyle yeniden düzenlenmesi"dir. Toplumsal gündemin en öncelikli konusunun "doğa" olması gerektiği bir çok ekolojik grup ve akımın başlıca argumanıdır. Ancak, "Önce Dünya" doğanın önceliğini yeryüzündeki insan varlığının tehdit altında olması ile açıklayan insan-merkezli akımlardan farklı olarak ekolojik merkezli bir söylem geliştirir. Buna göre "doğa- insana ait kaygılardan bağımsız olarak- bir değerler bütündür"
Çevrecilik bu gün sağcı muhafazakarlardan -liberallere, sosyal demokratlardan- Marksistlere kadar her kesim için konuşulan,kendisini ilgilendiren bir konudur. Çünkü iddia edilen; üzerinde herkesin yaşadığı, bu gezegenin akıbetidir. Gezegen herkese ait ise, dolayısıyla her sınıfsal kesimin bu hareketler içersinde bir şekilde uzanımı vardır.
Dünyada çevreci hareketleri doğuran düşünsel akımlar ise şunlar;
Derin Ekoloji- Derin Ekoloji akımının ana teması "ekolojik krizin aşılabilmesinin ancak insan bilincinde kökten değişimler yoluyla sağlanabileceği" yönündedir.
Ekofeminizm
1980‘lerin ortalarında "önce dünya" grubu içinde, çeşitli feminist ve anarşist kesimlerce;
"Ekolojik krizin tek başına ele alınamayacağı, çözümün ise ancak diğer toplumsal sorunlarla(yoksulluk,cins, azınlık v.b) ilişkilendirilmesi gereklidir." Diyenler ortaya çıktı. Bunun sonucunda "Önce Dünya" grubu üyeleri arasında ekolojik sorunları tek başına ele alma yanlıları ile, toplumsal bir değişim çerçevesinde ele almayı savunanlar olmak üzere bir iç bölünme yaşandı
Toplumsal ekoloji
Bu akımın mimarı Amerikalı Murray Bookchin‘dir. Buna göre "salt doğal kaynakların korunmasını öne çıkarıp, konunun toplumsal ve siyasi diğer tüm boyutlarını göz ardı eden ekolojist akımlar anti-hümanist ve çevreyi tahrip edicidir. Bu akımların ekolojik krize çözüm getirecek toplumsal bir değişime önderlik edeceğini düşünmek umutsuz ve boşa bir beklentidir. Yaşanmakta olan çevresel krizin endüstriyel toplumlarda geçerli olan serbest piyasa ekonomisini ve bürokratik kapitalist işleyiş koşullarında çözümlemeyeceğini"öne sürer.
Biyobölgecilik
Peter Berg ; Biyobölgecilik akımının en önemli düşünürüdür. Kendileri "çevrecilik" akımlarını reddetmektedirler. Kendi tanımlamalarıyla "Kendilerini gezegenin çeşitli biyobölgelerindeki ekolojik sorunların çözümüne adamışlardır". Bu bağlamda ekolojik olarak sürdürülebilir, kendi kendine yeten, yöresel doğal kaynaklarla uyumlu bir yaşam biçiminin yerleştirileceği biyobölgelerin yaratılması gerekliliğini vurgularlar.
Türkiyedeki ekoloji hareketleri
1950‘li yıllarla birlikte; Türkiye, ithal ikameci bir kalkınma ve sanayileşme dalgası üzerinden yolunu çizmeye başladığında, kır topraklarını ve köylülüğü kısmen koruma altını almış yasal düzenlemeler Türkiye‘de gelişen kapitalizm bağlamında yerini ulusal sanayinin güçlendirilmesine önem ve öncelik veren bir perspektife bırakmıştır. Bu doğrultuda her mahallede bir zengin yaratma politikaları, sermaye sınıfının palazlanabileceği politikaları da beraberinde getirmiştir.
Hızlı, gelişi güzel ve plansız büyüyen kentler artık; Bu dönemdeki kalkınma politikalarının odağı olmaya adaydır. Kırdan kente göç de bu kalkınma politikalarını uygulayacak sermaye sınıfına ucuz işgücü teminine zemin hazırlayan bir olgudur. Doğal kaynaklar, sermayenin ve ithal ikameci kalkınma politikalarının lokomotifi olan devletin düşük maliyetli hammadde rezervidir.
1950‘li yıllardan 1980‘lere kadar ki dönemde uygulanan kalkınma politikalarının yarattığı toplumsal eşitsizlikler ve sömürü beraberinde ortaya küresel ölçekte genişleyen ekolojik krizi de derinleştirmiştir. Kentlerde yaşanan ulaşım, beslenme, barınma sorunları, hava, su ve toprak kirliliği, doğal ve kültürel mirasımızın yağmalanması, floranın, faunanın ve kırın yoksullaşması, bizatihi kır kent çelişkisi bu dönemin kimi sosyalist sol siyasal hareketlerinin ve demokratik kitle örgütlerinin politik mücadele alanları arasında yer aldı.
1980‘li yıllardan sonra ihracata dayalı kalkınma politikaları yaşamın her alanını metalaştırma sürecini hızlandırırken; ulusal ve uluslararası sermayeyi Türkiye‘ye çekme gayretleri doğayı tamamen yağmaya açık hale getirdi.
Bir yandan doğa korumacı faaliyetler, bir yandan bölgesel ölçeklerde ortaya çıkan çevreci hareketler, diğer yandan endüstriyel kalkınmayı sorgulayan yeşil ve ekoloji örgütleri siyasal arenaya çıkmaya başladılar. Tüm bu hareketlerin beslendiği ortak felsefe ise; İnsanların yarattığı uygarlık nereye gidiyor? sorusu idi.
Doğa üzerindeki yıkıcı üretim ve tüketim faaliyetlerinin yarattığı tahribatın önüne nasıl geçilebilirdi?
- Günümüzün Ekolojik kriz mefhumu, biyosferin sınırlı yapısı göz önüne alınarak ve kapitalist üretim tarzının artık bu sınırları zorlar hale gelmesine bağlı olarak varlık kazanıyor. Ekolojik bunalımın, dünyanın ezenlerini ve ezilenlerinin tümünü kapsayan , bütün insan türünü ilgilendiren boyutu bunlarda vurgulanıyor. Ve bu durumun, insanlığın tümünü potansiyel olarak kapsayan bir politik tasavvuru gerektirdiği ileri sürülüyor. Böyle düşünülür iken biyosferin yıkımı söz konusuyken, insanlar arası mücadelenin lafı olur mu? Kapitalizm‘e karşı mücadele için de biyosferin sağlığı ve bekası ön koşuldur. Diyorlar. Ekolojik çelişki, gerçekten- tıpkı geçen on yıllarda nükleer savaş olasılığıyla ilgili olduğu gibi- toplumsal ayrımları aşan bir nitelik mi arz ediyor? Ekolojistlerin genel olarak biyosferle kapitalizm arasında bir çelişkiden bahsettikleri ve bu çelişkinin diğerlerine karşı öne çıkan çelişki olduğunu savundukları dile getiriliyor. Peki, bu çelişkinin taraflarının "insan karşılıkları" kimler/neler?
Ekolojik bunalımı, bütün insanlıkla birlikte doğayı arkamıza alarak, onları temsil ederek, üstlenmemiz mümkün mü? Ya da ekolojik bunalım, politika üstü, politika ötesi midir? Olması beklenen bir ekolojik felaket, "bütün insanlık" için "bir gerçek" sorun mudur? Burada hala politikadan konuşmak gayri-insani midir? Ya da soruyu daha "soyut" hale getirirsek: Politika için, kapitalizmle doğanın çelişkisini mi, kapitalistlerle ezilenlerin çelişkisini mi esas almalıyız?
Bütün insanlığın ortak ve gerçek çıkarı olamaz. Olası ve biyosferi mahvedecek bir ekolojik felaket anında- yani bütün insanlık sorunu- ise bütün insanlık ölmüş olacaktır. Doğayı "tahrip etme" ile ona "egemen olma" karşıt anlamlar içeriyor. Kapitalizm doğaya gerçekten egemen olsaydı, ekolojik kriz de olmazdı. Zira, egemen olmak, bir öznenin, etkisinin sonuçlarına egemen olmasını anlatır,yani istenmeyen bir durumla karşılaşılmamalı, ekolojik kriz çıkmamalıdır. Bu anlamda, örneğin sosyalizmde doğaya egemen olma ile ekolojik krizin aşılması anlayışı birbirini tamamlayıcı niteliktedir ve tutarlıdır.
Kapitalizm; tüm insanlığı beraberinde sürükleyecek toptan bir çöküşe doğru gittiği yollu kıyamet tellallığı son yıllarda sosyalist çevrelerde özel olarak revaçta. Bu, insan bireylerini saf ve masum çocuklar gibi gören bir toplum anlayışının ürünü yaklaşımın akıbeti, geçen yüzyılda kapitalizm üzerine yürütülen tartışmaların ki gibi olmaya aday, Kapitalizm sonsuzdur diyenler; ve hayır, şu vakte kadar çökecek diyenler. apitalizm kendi dinamiği içinde bazı sorunları çözüyor. Ve yeni sorunlar çıkartıyor. Ancak dillendirilen farklı; Deniz bitiyor. Kapitalizm için nihayet deniz bitti mi? Doğal dengenin bozulduğu, doğanın tükenmek üzere olduğu ve artık cevap vermekte zorlandığı söyleniyor. Eğer bu doğru ise, doğa çok erken tükenmiş yani "Kavga" bitmeden, sınıf mücadelesi tamamlanmadan doğanın sınırlarına ulaşılmış demektir.
Bu durumda, kavgaya son verip, barışı, yani ekolojiyi mi öne çıkarmak, yoksa, kavgaya devam mı etmek gerekir? İş "Gerçekten durum bu denli vahimmidir? Eğer insanoğlu bir tür olarak silinme tehlikesi ile karşı karşıya ise bütün kavgalarını sona erdirilmeleri gerekir. İşin esası politiktir.
Gerçekten felaket tellalığı mı yapılıyor. "Dünya doğal hayatı koruma derneğine göre; küresel ısı 0,8C derece arttı. Bu artışın 2 C derece artması halinde dünyayı felaketler bekliyor" denmekte. 1980‘li yılların sonlarından başlayarak insanın iklim sistemi üzerindeki olumsuz etki ve baskısını azaltmak için Birleşmiş Milletler (BM) öncülüğünde uluslar arası seviyede çeşitli çalışmalar yapılmaktadır. Bu çalışmalar sonucunda BM tarafından geniş bir katılımla hazırlanan "İklim Değişikliği Çwerçeve Sözleşmesi" (İDÇS) 1992 yılında Rio‘da düzenlenen Çevre ve kalkınma Konferansında üye ülkelerin imzasına açılmış olup bu sözleşme ile gelişmiş ülkelere 2000 yılında sera gazı emisyonlarını 1990 yılı düzeylerine indirme yükümlülüğü getirilmiştir. 1997 yılında İDÇS çerçevesinde Kyota‘da yapılan taraflar konferansında hazırlanan Kyoto Protokolu ile de imza sahibi ülkelere 2008-2012 yılları arasındaki dönem için sera gazı salınımlarını 1990 yılı seviyelerine göre en az %5 azaltma yükümlülüğü getirilmiştir. Bu doğrultuda AB hem birlik olarak hem de üye ülkeler açısından %8‘lik bir azaltma sağlayacağını kabul etmiştir.
Konu ülkemiz açısından ele alındığında; söz konusu İDÇS‘ne katılmamız TBMM‘nde 16 Ekim 2003 tarihinde kabul edilerek 21 Ekim 2003 tarihli ve 25266 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Ab müktesabatı içinde ülkemizin Kyoto protokolüne imza atması kaçınılmazdır.
Ab Enerji planlamasındaki hedefleri genel enerji tüketimi içinde Yenilenebilir enerji oranının, 2010 yılına kadar iki katına çıkarılarak %12‘ye ulaşması öngörülmektedir. 2010 yılına kadar da topluluğun tamamında yenilenebilir enerji kaynaklarından üretilen elektrik tüketiminin %22,1‘ine ulaşmasını hedeflemektedir.
Hal böyle iken; Dün sayın Müsteşar burada dialogdan bahsetti, Şimdi soruyoruz. Kyota protokolüne imza atacakmısınız. Eğer atacaksanız. Gaz salınımını istenen hedeflere nasıl geri çekeceksiniz? Kömürle işleyen Termik santralleri ne yapacaksınız? İşte size dialog
(Bu konuşma metni değişik tarihlerde yayınlanan TMMOB görüşlerinden derlenerek oluşturulmuştur.)
MADENCİLİK VE ÇEVRE SEMPOZYUMU SONUÇ BİLDİRGESİ
Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği‘ne bağlı Maden Mühendisleri Odası, 05-06 Mayıs 2005 tarihlerinde, Ankara‘da, Madencilik ve Çevre Sempozyumu‘nu gerçekleştirmiştir. Geniş bir katılım ile yapılan Sempozyum süresince madencilik ve çevre konularına ilişkin 25 tebliğ sunulmuş, ayrıca düzenlenen bir panel ile madencilik ve çevre ilişkileri tartışılmış ve öneriler aktarılmıştır.
Doğal kaynakların, insanların yaşamındaki önemi herkes tarafından bilinmektedir. Çağdaş bir yaşam için madencilik faaliyetleri vazgeçilmezdir. Bugün yaşamımızda kullandığımız ürünlerin hemen hemen tamamı madencilik faaliyetlerinin birer sonucudur. Madenler, milyonlarca yılda oluşan ve tüketildiklerinde yenilenemez kaynaklardır. Madenciliğin önemi, madenleri üretip kendi ülke sanayisinde kullanıldığı ve uç ürün üretildiği ölçüde artar. Bunun için de madencilik sektörünün; sanayi, enerji, kimya, tarım ve inşaat gibi diğer sektörlerle entegrasyonu şarttır. Bu noktada yapılması gereken, sağlıklı bir sanayileşme ve madencilik politikasının kamu yararı öncelikli olarak acilen oluşturulması ve uygulanmasıdır.
Kalkınma modellerini; öncelikle öz kaynaklarına dayandıran ülkeler, gelişme süreçlerini sancısız tamamlayabilmektedirler. Bu yapının oluşturulabilmesi için öncelikli olarak ulusal bir kalkınma modelinin benimsenmesi gerekmektedir. Ülkemiz; kendi ulusal kalkınma modelini oluşturamamış, IMF ve Dünya Bankası gibi uluslar arası finans örgütlerinin güdümünde ekonomik ve sosyal politikalar uygulamaktadır. Bunun sonucu olarak; ülkemiz yaşam kalitesi açısından 173 ülke içinde 94. sıraya düşmüş, toplam borcumuz 300 milyar dolara ulaşmıştır. Son 10 yılda bir trilyon dolar borç ödenmesine rağmen borç stokumuz devamlı artmaktadır.
İşsizlik, genç nüfus içinde % 20 gibi ürkütücü boyutlara ulaşmış, emekçiler yoksullaşmış ve gelir dağılımı ciddi biçimde bozulmuştur. Ekonomimiz; sanayileşme ve üretim artışı üzerine kurulamayınca sıcak para hareketleriyle dalgalanmalar yaşanmakta, bunun sonucunda da krizler sürekli hale gelmektedir. Bu ortamda tüm kaynakların değerlendirilmesi için mutlaka etkin bir planlama ve denetim gerekmektedir.
1972 yılında yapılan ve Stockholm Bildirgesi olarak bilinen "Birleşmiş Milletler İnsan Çevresi Deklarasyonu"nda giderek büyüyen çevre sorunlarının hem bölgesel hem de uluslararası alanlara yayılması nedeniyle, ülkeler arasında yaygın bir işbirliğinin yapılması ve uluslararası kuruluşların ortak hareket etmelerinin gerektiği belirtilerek, bütün hükümetler çevrenin korunması ve geliştirilmesi için ortak çaba göstermeye çağrılmıştır. Stockholm Bildirgesi‘nde, çevrenin "taşıma kapasitesi"ne dikkat çeken, kaynak kullanımında kuşaklar arası hakkaniyeti gözeten, ekonomik ve sosyal gelişmenin çevre ile bağlantısını kuran ve kalkınma ile çevrenin birlikteliğini vurgulayan ilkeler, "sürdürülebilir gelişme" kavramının temel dayanaklarını ortaya koymuştur.
Birleşmiş Milletler; sürdürülebilir kalkınma stratejisini, 04-14 Haziran 1992‘de Rio‘da topladığı "Çevre ve Kalkınma Konferansı"nda temel olarak kabul etmiştir. Rio Bildirgesi‘nde "sürdürülebilir kalkınma olgusunun merkezinde insan yer almaktadır. İnsanlar, doğa ile uyum içerisinde, sağlıklı ve üretken bir yaşam sürdürmek hakkına sahiptir" denilmektedir. Bu nedenle de "kaynakların bugünkü neslin gereksinimlerini karşılamaları sağlanırken, gelecek kuşakların gereksinimlerini de yeterince karşılayabilmeleri için olanak sağlanmalıdır" denilmektedir. Rio‘yu izleyen Kahire, Kopenhag, Pekin ve İstanbul konferanslarının tümünde, "Ekonomik gelişme, sosyal gelişme ve çevrenin korunmasının, sürdürülebilir gelişmenin birbirine bağlı ve karşılıklı olarak birbirlerini destekleyen bölümleri olduğu" vurgulanmaktadır.
İçinde bulunduğumuz yüzyılda, çevre faktörü göz ardı edilerek hiçbir ekonomik faaliyet gibi madencilik faaliyetlerinin de yürütülmesi mümkün değildir. Sürdürülebilir kalkınma kavramı içerisinde "ya madencilik ya çevre" dayatması bulunmamaktadır. Madenciliğin çevreye etkilerini yadsımak mümkün değildir. Ancak, madencilik sektöründe, çevre dostu teknoloji ve yöntemlerin kullanılması, madencilik süreçlerinde ya da sonrasında çevrenin korunmasına ya da yenilenmesine yönelik önlemlerin alınması, sektörün gelişimini engellemeyecek, aksine genel anlamda sektörün gelişimine yönelik katkıyı yapacaktır.
Ancak, ortak çözüm bulmak yerine, üretim yapmayı engelleyecek şekilde gelişen faaliyetlerin, sonuç olarak ülkemize zarar verdiği de göz ardı edilmemelidir. Bugünlerde T.B.M.M‘de görüşülmekte olan Çevre Kanunu‘nda çevreyi koruyucu önlemler alınırken, aynı zamanda üretim yapılmasının yolları da hep birlikte bulunmalıdır. Bu konu, özü itibarıyla bir mühendislik problemi olup, ilgili disiplinlerin ortak çalışmaları ile çözümlenebilecektir.
Kamuoyuna saygıyla duyurulur.
TMMOB Maden Mühendisleri Odası
Yönetim Kurulu
Ankara, 06 Mayıs 2005