İMO: DEPREM BİR DOĞA OLAYIDIR, AFETİ İSE ÇOĞU ZAMAN İNSANLAR YARATIR! BU NEDENLE AFET KADER DEĞİLDİR!
TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası, 17 Ağustos 1999 Marmara Depremi`nin 18. yıl dönümü dolayısıyla 15 Ağustos 2017 tarihinde tüm şubelerinde eş zamanlı olarak basın toplantıları düzenledi.
İMO Bursa Şubesinde düzenlenen toplantıda açıklamayı İMO Yönetim Kurulu Başkanı Cemal Gökçe okudu. Açıklama şu şekilde:
Ülke tarihinin en büyük ve sonuçları itibariyle en acı depremlerinden biri olan Marmara Depreminin üzerinden 18 yıl geçti. 17 Ağustos 1999 Gölcük merkezli Doğu Marmara depremi binlerce insanımızın ölümüne ve yaralanmasına, milyarlarca liralık ekonomik kayıp ortaya çıkardı.
Doğa Olayı Olarak Ülkemizin Gündeminde Sadece 17 Ağustos Depremi mi Var?
Bu yıl da,17 Ağustos Depremi`nin yıldönümü nedeniyle bir kez daha depremi hatırlayacağız. Topraklarımızın büyük bir kısmının deprem tehlikesi altında bulunduğunu kısa bir süre sonra unutacağız. Oysa uzunca bir süredir Çanakkale, Manisa, Adıyaman ve İzmir ilimiz, son olarak ta Muğla ilimiz ve ilçeleri depremden nasibini aldı.6.6 büyüklüğünde olan deprem aynı zamanda bir su hareketine (tsunami) neden oldu. Bodrum ve Datça`da yapılar hasar gördü. Deniz kıyısında bulunan tekne ve otomobiller üst üste yığılarak çalışamaz hale geldi. Can kaybı olmasa da panik ve korku ile koşuşan ve pencerelerden atlayarak yaralanan insanlar oldu.
Yine haziran ve temmuz aylarında Ankara ve İstanbul başta olmak üzere yurdumuzun birçok kentinde su taşkını ve sel baskınları oldu. Ülkemiz; deprem, sel ve su baskını ve taşkın gibi olayları sıkça yaşıyor, yaşamaya da devam edecek. Son aylarda İstanbul, birkaç kez yağan yağmur ve doluya teslim oldu. İnsanlar ve taşıtlar yollar da kaldı. Evleri su bastı, alt geçitler, metro ve kentin en merkezi yerleri adeta su baskınına uğradı. Can kaybı olmadı fakat büyük ölçekli ekonomik kayıplar ortaya çıktı. Öngörülebilen bir yağmur afete dönüştü, hayat durdu. Dünyanın eski ve önemli metropollerinden birisi olan İstanbul`un karşı karşıya olduğu afet, kentleşme ve yapılaşmayla ilgili olarak bir gerçeği daha ortaya çıkardı. Derelerin taşmasından, sel ve su baskınlarından Trakya`da bulunan kentlerimiz de büyük ölçü de etkilendi.2009 yılında İstanbul ve çevresinin yağmur ve sele teslim edilmesiyle 33 yurttaşımızın yaşamını yitirmesi karşısında söylenenler, ne yazık ki bir kez daha tekrarlandı. Üstelik dere yataklarında bulunan yapıların yıkılacağı, dolgu alanlarının dikkate alınacağı ve bu alanların yapılaşmaya açılmayacağı söylenmesine rağmen, eskiye rahmet okutacak ölçüde bir yapı stokunun oluşması; bizlere," suçlu ayağa kalk" dedirtecek kadar "insaf" ötesi bir durumu gündeme getiriyor. Kentleşme ve imar konularında yapılan "rant odaklı" uygulamalar doğal olan bir yağmur olayını afete dönüştürüyor. Bugün kişi başına 1.5 m2 yeşilin olduğu; ağacın, ormanın ve su havzalarının yok edilerek boş alanların betona teslim edilen bir kentle karşı karşıyayız. Bu kent 7 ve üzeri deprem bekleyen İstanbul`dur.
Her zaman olduğu gibi bilim ve mühendislik dışı yapılaşma ve kentleşme anlayışı bir tarafa bırakılıp, dere yataklarının yapılaşmaya açılması ve yağan yağmur suyunu alacak toprağın kalmaması ve derin bodrum kazılarının yer altı drenaj sistemini bozması dikkate alınmıyor, yağan yağmur suçlu olarak ilan ediliyor. Yazılı ve görsel basının büyük çoğunluğu "çok yağmur yağdı" anlayışıyla konuyu gündeme getirdikleri için, sorunun doğru bir zeminde tartışılmasının olumsuzluğuna örnek oluyorlar.
Kuzey Anadolu Fay Hattı Ülkemizin Depremselliği ve İstanbul
Kuzey Anadolu fay hattı dünyanın en tehlikeli faylarından biridir. Bingöl ilimizin Karlıova ilçesinden başlayıp Marmara Denizi`ne uzanan, oradan da Yunanistan`a geçen bir fay hattıdır. Bu fayın herhangi bir yerinde oluşan deprem, başka bir yeri, yeni bir depremle karşı karşıya bırakır. Bu nedenle 17 Ağustos Gölcük merkezli deprem, İSTANBUL` u deprem tehlikesi ile karşı karşıya bırakmıştır. Kuzey Anadolu fay hattının ürettiği tarihsel depremlere baktığımızda, yaklaşık 250 yıllık dönemlere denk gelen ve büyüklüğü 7 ve üzere büyüklükte olan depremlerin olduğunu görüyoruz.1766 Depremini dikkate aldığımızda 250 yıllık periyoda ulaşıldığı anlaşılmaktadır. Artı/eksi birkaç yıl sarkabilir. Yine İSTANBUL` un yaşadığı ve küçük kıyamet olarak bilinen 1509 yılı depremi ile 1766 yılında yaşanan deprem arasında 257 yıllık bir dönem var. 1509 İstanbul depremi de tarihe "Kıyamet Günü" olarak geçmiştir. Padişah kenti terk etmiştir.
1939 yılında Kuzey Anadolu fay hattının ürettiği ve 33.000 insanımızın ölümüne neden olan Erzincan Depremi ve, 1966 Varto, 1967 Adapazarı, 1971 Bingöl, 1983 Erzurum Ilıca, 1992 Erzincan, 1995 Dinar, 1998 Adana, 1999 Gölcük(Doğu Marmara) ve Düzce, 2003 Bingöl, 2011 Van depremi yaşamış olduğumuz önemli depremlerdir.
Yine 2017 yılında yaşamış olduğumuz Çanakkale, Manisa, Adıyaman, İzmir ve Bodrum yakınlarında ortaya çıkan deprem, ülke topraklarımızın sürekli olarak deprem tehlikesi altında bulunduğunu ortaya koyuyor.
Açıkçası ülke topraklarımızın %92 deprem tehlikesi altında; % 66`sı ise birinci ve ikinci derecede tehlikeli deprem bölgesinde yer almaktadır. Nüfusu bir milyonun üzerinde bulunan 11 büyük kent ve ülke nüfusumuzun yüzde 70`i, deprem tehlikesi altında bulunuyor. Yine, büyük sanayi tesislerinin yüzde 75`i de deprem tehlikesi altındadır. Üstelik bu tesisler Doğu Marmara`da toplanmıştır. Ülkemizin topraklarında 1900`lü yılların başından günümüze kadar otuza yakın büyük ölçekli deprem meydana gelmiş ve resmi kayıtlara göre 100 binden fazla insan hayatını kaybetmiş, binlerce insanımız yaralanmış, binlerce yapı yerle bir olmuş veya önemli ölçüde hasar görmüştür. Ayrıca kırsal alanda değil de kentleşmiş alanda yaşamış olduğumuz bir depremdir.
BURSA DEPREMİ
Tarihsel dönemlere baktığımız da BURSA ilimizin de ilçeleriyle birlikte büyük depremler yaşadığını görüyoruz. 1414 ve 1644 yılında yaşanan depremler var.1851 yılında 8 şiddetini aşan Mustafa Kemal Paşa Depremi var. 1855 yılının 1 Martında ve 12 Nisanın da yaşanan ve Kıyamet-i Sugra olarak tarihe geçen önemli iki deprem var. Deprem gürültüsünün yanında dağlardan kopan kayaların ve yıkılan binaların, camilerin, hanların ve hamamların korkunç gürültü çıkardığı, kentin her yerinde, bilhassa Altıparmak ve Balık Pazarı Mahallesinde çok sayıda can kaybı var. Dağdan kopan kayaların İpek Fabrikasının üzerine yuvarlanması nedeniyle kazan patlıyor, yangın çıkıyor. İnsanlar uzun süre çadırlarda kalıyorlar.
12 Nisan 1855 yılında yaşanan ikinci deprem de çok büyük can ve mal kayıplarına neden oluyor. Yangınlar çıkıyor, Set Başı Köprüsü yıkılıyor. Bazı yerler de çeşmeler kuruyor, kuruyan çeşmeler akmaya başlıyor. Büyük çarşı da, evlerde ve iş yerlerin de yangınlar çıkıyor. Hanlar, hamamlar, camiler, minareler evler yıkılıyor. Aileler meydanlara, bahçelere toplanıyorlar, çadırlar da kalıyorlar. Açıkçası 7 ve üzeri bir depremi yaşayan Bursa depreme hazırlıklı olmak durumundadır. Ne yazık ki Bursa` da diğer illerimiz gibi kötü ve mühendislik hizmeti almadan büyüyen, bilimsel bilgi ve planlama hükümlerine uymadan üretilen yapı stoku nedeniyle deprem riski taşıyan bir kenttir.
17 Ağustos 1999 Gölcük Merkezli Deprem Milat Olsun Demiştik! Oldu mu?
17 Ağustos 1999 tarihinde yaşamış olduğumuz Gölcük merkezli deprem, 1939 yılında yaşanan Erzincan depreminden sonra büyük ölçüde can kaybı yaratan bir depremdir. Yaklaşık olarak 20 bin insanımızı toprağa gömdük, binlerce insanımız yaralandı,300 binden fazla yapımızda yıkıldı veya hasar gördü. Yapıların % 6`sı yıkıldı, %7`si ağır, %12`si de orta ölçekte hasar gördü. Açıkçası 17 Ağustos 1999 depremi, %25 mertebesinde yapı stokunun kullanılmaz hale gelmesine neden oldu.
Ayrıca İstanbul başta olmak üzere çevre iller de bulunan yapı stokunun yıkılması veya hasar görmesi büyük bir yüzleşmenin olması gerektiğini de ortaya koydu. Kaçak ve mühendislik hizmeti almadan üretilen yapıların oldukça fazla olduğu ve yaşanacak bir deprem de can ve mal güvenliğinin büyük bir tehdit altında bulunduğunu ülkemizi yönetenlerin önüne serdi. Gölcük merkezli deprem kuzeyden güneye, doğudan batıya her aileye az veya çok ölçüde dokundu. Büyük bir ekonomik kayıp ortaya çıktı, binlerce insan evsiz ve işsiz kaldı. Kent merkezli ve büyük bir deprem olarak tarihe geçti. Ülkemizi ve kentlerimizi yönetenler "deprem gerçeğini" yeni anladıklarını ifade ettiler. Bu nedenle biz;"17 Ağustos Depremi" ülkemizin bir "MİLADI" olsun diye tarihe not düştük.
Deprem bir doğa olayıdır. Bu gerçek kabul edilmeli fakat bilimin ve mühendisliğin gerekleri de yapılmalıdır. Depremle birlikte ortaya çıkan can ve mal kayıplarını "kadere" bağlayarak sorumluluktan kaçıp kurtulma anlayışı doğru değildir.
Kentsel Gelişme Stratejisi Ve Eylem Planı
17 Ağustos 1999 depremi ve daha sonra yaşanan Bingöl depremi ülkemiz de kentsel yerleşmelerin mekânsal yaşam kalitesinin artırılmasına, can ve mal güvenliğinin sağlanmasına, ekonomik ve toplumsal yapının da güçlenmesine katkı sağlayacak mekânsal planlama sisteminin yeniden düzenlenmesi gibi bir zorunluluk yaratmıştır. İstanbul Anakent Belediyesinin hazırladığı İstanbul Deprem Master Planı(İDMP),Bayındırlık ve İskan Bakanlığının hazırlamış olduğu Deprem Şurası ve Kentleşme Şurası gibi geniş ve bilgi temelli katılımların ortaya çıkarmış olduğu önemli gerçekler var. Gerek kentlerimizin plan dışı büyümesi gerekse depremlerin ortaya çıkardığı gerçekler "Bütünleşik Kentsel Gelişme Stratejisi ve Eylem Planı" gibi bir çalışmanın yapılmasını öngörmüştür.
Bu çalışmalar kentlerde yaşayanların yaşam standartlarının yükseltilmesini ve sürdürülebilir gelişmenin sağlanmasını öncelikli bir politika haline getirmeyi yerel ve merkezi yönetimlerin önüne koymuştur. Strateji ve eylem planının hazırlanmasında sağlıklı, dengeli ve güvenli kentlerin oluşturulması için hukuki, teknik ve idare ile ilgili sorunların çözümüne yönelik politikaların ve uygulamalara ilişkin çalışmaların yapılması da kararlaştırılmıştır.
Aynı zamanda AB kriterlerine de uyumu hedeflemiştir. Kentsel gelişme stratejisi, "kentleşme, yerleşme ve mekânsal planlamaya ilişkin değerler sistemini ve bu sistemin ilkelerini benimseyen bir anlayışı temel almıştır. Mekana ilişkin sektörleri bütünleşik bir çerçevede birbirleriyle ilişkilendirmeye çalışmıştır. Bu belge ulusal düzeyde referans çerçeve belgesi niteliği taşıyan bir strateji çalışması olarak ortaya konmuştur. Bu çalışmalar da "Kentleşme Şurası"nın komisyon raporları ve sonuç bildirgesi, kentsel gelişme stratejisi için önemli bir kaynak olmuştur.Kentsel gelişme stratejisi, kaliteli yaşam düzeyi ile mekan kalitesinin yükseltilmesine bağlı olarak ekonomik, sosyal ve kültürel yapıların güçlendirilmesine yönelik yol haritası oluşturmayı amaçlamaktadır.
2012-2023 ULUSAL DEPREM STRATEJİSİ VE EYLEM PLANI(UDSEP-2023)
Deprem Güvenli Yerleşme ve Depreme Dayanıklı Yapılaşmanın Sağlanması
"Daha güvenli ve yaşanabilir yerleşim yerleri ve yapıların oluşturulması deprem risk yönetiminin temel amaçlarındandır. Bunu sağlamanın en etkin yolu; yerleşim planlarında ana riskleri göz önüne alarak gerekli düzenlemeleri yapmak için Deprem Bölgelerinde Yapılacak Binalar Hakkındaki Yönetmelik` ve ilgili diğer yönetmelikleri ödünsüz şekilde uygulamak, mevcut yerleşim ve yapıların ise risklerini belirleyip depreme daha dayanıklı hale getirmek için gerekli çalışmaları yapmak gerekir".
Hiçbir kimse bize 1999 depremlerinden sonra bilgi eksikliğimizin olduğunu söyleyemez. Ülkemizin zemin ve faylarıyla ilgili olarak oldukça fazla çalışmalar yapıldı. Güncel bir fay haritası da yayınlandı. Artık teknik ayrıntıları bir tarafa bırakmadan ortaya konmuş olan bilgilerden hareketle "ULUSAL DEPREM STRATEJİSİ VE EYLEM PLANINI UDSEP 2023" i harekete geçirmek gerekir. Depreme hazırlığın yapılmasının basit bir süreç olmadığını ve çok yönlü bir konu olduğunu biliyoruz. Bir dönem oldukça dikkat çeken fay hatlarının yerleri ve özellikleri ile ilgili tartışma yapmak görsel medya ve yazılı basında oldukça ilgi yaratıyordu. Ne yazık ki bu durum ülkemiz açısından çok büyük bir zamanın kaybedilmesine ve yapılması gerekenlerin ertelenmesine neden oldu. Güvenli olmadığı iyice anlaşılan yapı stokunun yıkıntıları arasından afet sonrası canlı insan kurtarma çabalarının ne kadar yetersiz kaldığı da anlaşılmıştır. Deprem sonrası ortaya konan bilgiler göstermiştir ki deprem yaşanmadan önce yapılacak çalışmalar ve harcamalar, deprem yaşanıp afete dönüştükten sonra ortaya çıkan ekonomik kayıptan en az 20 kat daha düşüktür. Üstelik yaşamını kaybeden insanların varlığı da toplum için son derece önemlidir. Depreme hazırlık konusunun en temel yanı yapı stokumuzun deprem güvenlikli bir hale getirilmesidir. Yapı stokumuzun önemli bir kısmı yaşanacak depremde hasar görecek can ve mal kayıplarının ortaya çıkmasına neden olacaktır. Her afetten sonra sık sık yapılan "yara sarma" anlayışının dışında bilimin, tekniğin, mühendisliğin ve aklın gerektirdiği işlerin yapılması öncelikler arasında yer almalıydı. Yapılarımızın deprem riski taşıması değil deprem güvenliği olacak şekilde üretilmesi gerekirdi. Bu anlayış doğrultusunda alınacak önlemlerle deprem zararlarını kabul edilebilir sınırlara indirmek mümkün olabilirdi.
Ülkemizi, kentlerimizi, yapılarımızı depreme karşı hazırlamanın üç temel yolu bulunmaktadır.
1-mevcut yapı stokunun iyileştirilmesi, onarılması ve güçlendirilmesi.
2- yeni yapılacak olan yapıları; bilimin, tekniğin ve mühendisliğin ortaya koyduğu ilkeleri yapı üretim sürecinin içine sokmaktır. Bu nedenle proje üretim sürecinden başlayarak yapı üretim sürecinin tüm evreleri sertifikalı mühendisler tarafından denetlenmelidir.
3-ortaya çıkabilecek riski azaltmak için yapıların sigorta kapsamına alınması da deprem zararlarını azaltmanın önemli bir yolu olarak söylenebilir.
Yaşamış olduğumuz orta büyüklükte bir depremde bile yapılarımızın hasar görmesi ve can kayıplarının ortaya çıkması yapı stokumuzun büyük bir risk taşıdığını önümüze seriyor. Ülkemizde yaklaşık olarak yirmi milyon mertebesin de yapı stoku bulunmaktadır. Fakat yapı envanteri ile ilgili olarak bütünlüklü bir çalışma ortaya konmamıştır. Yapılan bazı çalışmalar da dikkate alınmamıştır(Zeytinburnu, Fatih, Bakırköy gibi).
Bu nedenle 17 Ağustos Depreminin ortaya koyduğu bir gerçeğin altını çizmek gerekiyor. 7 ve üzeri büyüklükte bir deprem bekleyen İstanbul başta olmak üzere; bilimin ve bilimsel bir planlamanın gerekleri yapılarak çarpık, düzensiz ve kaçak olarak üretilen yapıların güvenli ve yaşanabilir bir çevreye dönüştürülmesi gerekiyordu. Bu konu çok konuşuldu. Bu nedenle İstanbul Belediyesi Deprem Master Planı(İDMP)hazırladı. Bayındırlık ve İskan Bakanlığı(Bugünkü Çevre ve Şehircilik Bakanlığı)Deprem Şurası ve Kentleşme Şurası düzenledi.300-400 bilim insanı ve uzmanın katıldığı tartışmalarla deprem ve yaşanacak diğer doğa olayları afete dönüşmeden nasıl önlenebilirdi? Bu amaçla yapılan tartışmalarla sağlıklı bir yapılaşma ve kentleşmenin yaratılması için son derece değerli bilgiler ortaya çıkarıldı. Ne yazık ki bu bilgi ve kitaplar raflarda kaldı. Belli kişi ve gruplara çıkar sağlama adına tüm bilimsel gerçeklerin üzeri çizildi. Yaşanmaz bir İstanbul ve doğa olaylarına teslim edilen bir betonlaşmanın temel bir amacına dönüştü. Depreme, su taşkınlarına ve sele teslim edilen kentler yaratıldı. Bugün İstanbul ve diğer kentlerimiz deprem afetinin yanında, insan eliyle yaratılan dört yeni afetle karşı karşıya bırakıldı. Kentlerimiz bu afetleri yaşıyor daha da yaşayacak.
1-Kentlerimiz depreme hazırlıklı değil.
2-Sel ve su baskınları doğal bir hal aldı, afete dönüştü.
3-Isı adaları oluştu iklim değişti.
4-Hava düne göre çok daha fazla kirlendi.
5-Yeni inşaat ve kentsel dönüşüm uygulamaları sosyal ve toplumsal sorunları artırdı.
Kentsel Dönüşüm Uygulamaları Nasıl Yapılıyor?
"Kentsel Dönüşüm" yasası kentlerimiz de bulunan yapı güvenliği olmayan yapı stokumuzun yenilenmesini piyasa koşullarına bağlayan bir yasadır. Binanızı yenileyecek olan müteahhit için tek amaç ticari bir riske girmemektir.
Oysa "Kentsel Dönüşüm"; fiziksel, sosyal ve ekonomik yönden çöküntü ve bozulma sürecine girmiş kentsel alanları, içinde yaşayanlar için yaşam kalitesi daha yüksek olacak şekil de kente kazandırmayı hedefleyen bir plan stratejisidir.
Müteahhitler eliyle parsel bazlı yapılan Kentsel Dönüşüm alanları ile Bakanlar Kurulu tarafından ilan edilen Kentsel Dönüşüm proje alanları, İDMP haritalarında belirtilmiş olan risk bölgeleri ile örtüşmüyor. Bu alanların toplumsal, ekonomik, fiziki bakımdan çöküntü ve bozulan alanlar olması gerekir. Bölgenin kendi özellikleri de dikkate alınarak plan bütünlüğündeki ilke ve kararlar doğrultusunda çözülmesi, kentsel dönüşümün amacı olmak durumundadır.
Kentsel Dönüşüm yasası ve uygulamalarının plan bütünlüğü dışında tutulması, özellikle İstanbul`da önemli bir çalışma olarak ortaya konan İstanbul Deprem Master Plan çalışmasında ortaya konan sınır belirleme ölçütlerinin bile Kentsel Dönüşüm yasa ve yönetmelik maddelerine yansıtılmamış olması, risk belirleme adı altında hukuk ve bilim dışı uygulamalara neden olmaktadır. Bu durum riskin azaltılmasını engellediği gibi toplumsal adaleti ve güven duygusunu da ortadan kaldırmaktadır.
Bakanlar Kurulu tarafından ortaya konan ve riskli alan olarak belirlenip ilan edilen alanlar riskin yüksek olduğu alanlar değildir. Daha çok kamu alanlarının oldukça fazla ve yoğunluğun düşük olduğu alanlardır. Can ve mal güvenliğinin öncelikli olduğu yerlere öncelik vermek yerine, ekonomik dinamikler öne alınarak deprem riski azaltılmadığı gibi başka risklere ve afetlere yol açılmaktadır. Ayrıca mühendislik mesleğinin ve bilimin dinamikliği yok sayılarak kestirme yoldan çözümler aranmaktadır. Bilimin ve mühendislikle ilgili yeni bilgilerin gündeme gelmiş olması deprem yönetmeliklerinin değişmesine de neden oluyor. Bu durum geçmiş deprem yönetmeliklerine göre yapılan yapıların riskli olduğu anlamına gelmez. Oysa 6306 Sayılı Afet Riski Altında Bulunan Alanların Dönüştürülmesi Yasası yapıların güçlendirilmesini yok saydığı gibi 2007 Deprem Yönetmeliği dışındaki yönetmeliklere göre yapılan yapıların da riskli olduğunu kestirme bir hükümle ortaya koyuyor.
Genel olarak ülkemizin ekonomisi inşaat sektörüne bağlı olarak yürütülmeye çalışılıyor. Özellikle TOKİ kanalıyla planlı plansız birçok yerde konut üretimi yapıldı. Ayrıca İstanbul başta olmak üzere tüm kamu arazileri ve boş alanlar yapılaşmaya açıldı. Özelleştirilen KİT arazileri gökdelenlere ve alışveriş merkezlerine dönüştü. Var olan yapı stokunun sorunlu olduğu bilinmesine rağmen 2012 yılına kadar bu yapılara dokunulmadı. Eskimiş, yıpranmış ve deprem güvenliği olmayan yapılı alanların yıkılıp yeniden yapılmasını sağlayacak 6306 sayılı "Afet Riski Altında Bulunan Alanların Dönüştürülmesi" adıyla, kısaca "Kentsel Dönüşüm" denilen bir yasa ortaya kondu. Kentsel dönüşüm yoluyla yapı stokunun deprem güveliklerinin sağlanması tek çözüm yolu olarak uygulamaya sokuldu. Yapı stokunun onarım ve güçlendirilmesi yok sayılarak YIK-YAP anlayışı kurtuluş yolu olarak ifade edildi.
Depreme karşı yapı stokunun güvenli hale getirmek iddiasıyla başlatılan kentsel dönüşüm uygulamaları, yeni sorun alanları yaratıyor. Daire alanlarının küçülmesi kat sayısı ve daire sayısının artmasına neden oluyor. Aynı sokak ve mahallenin alt yapısı aynı kalmasına rağmen aile sayısı ve nüfusun artması otomobil sayısını da artırıyor. Kentin fiziksel eşikleri aşılıyor, demografik yapı bozuluyor. Yeni bir trafik ve alt yapı sorunu yaratılıyor.
Kentlerimizde bulunan apartmandan bozma okul, sağlık tesisi, kreş, yurt ve benzeri yapılar varlıklarını sürdürüyor. Kamu kurumlarına bağlı okulların, yurtların, kreşlerin, hastanelerin tam sayısı, kaç tanesinin yıkılıp yeniden yapıldığı, kaçının güçlendirilmesi gerektiği, kaçının projelendirildiği, kaç işin bitirildiğine ilişkin bilgilere ulaşmak çok kolay olmuyor.
dönüşüm uygulamaları daha çok rantın yüksek olduğu yerler de yapılıyor. Açıkçası kentlerimizin güvenli olmaması ve yapı stokunun riskli olması "yenilenme" gibi bir konuyu da gündeme getiriyor.
Kentsel dönüşüm; sosyal adalet, sosyal gelişim, sosyal bütünleşme, tarihi ve kültürel mirasın korunması, zarar azaltma ve risk yönetimi ile birlikte kapsamlı ve bütünleşik bir şekilde ele alınmalıdır.
Kentlerimiz başta İstanbul olmak üzere inşaat projelerinin birer "arazisi" haline dönüştürülmüştür. İnsana, tarihe, doğal çevreye dair ne varsa yok edilmiştir. Yeni bir İstanbul yaratmak adına ormanlarımız ve su havzalarımız büyük ölçü de zarar görmüş, toprağın drenaj sistemi bozulmuştur. Yağan yağmur suyunu alacak toprak kalmamıştır.
ASKERİ ALANLAR YAPILAŞMAYA AÇILIYOR
Başta İstanbul olmak üzere büyük kentlerimiz de mezarlıklar ve askeri alanların dışında boş alan kalmadı. Askeri alanların boşaltılıp kent dışına çıkarılması nedeniyle birçok kesim bu alanlara göz koydu. İstanbul`un 540 bin hektarlık toplam alanının yaklaşık %10 nu askeri alanlardır. Kentler de var olan kamu alanlarının tümü plan tadilleriyle yapılaştı. Gökdelen ve AVM oldu. Şimdi 56 bin hektarlık askeri alanlar yapılaşmaya açılıyor. İstanbul`un zaten yok edilen nefes boruları iyice tıkanmış olacak.
Meslek Odaları Ve Sağlıklı Hizmet Üretme Süreci
Meslek Odalarının toplumsal yaşamda büyük bir öneme sahip olmaları göz ardı edilemez. Mesleki alanımıza ilişkin mevzuatta kabul edilemez köklü değişikliler yapılmıştır. Kamu yararı doğrultusunda çalışmalar yaparak meslektaşlar arası haksız rekabeti önlemek gibi bir görevi var. Meslek Odaları; üyelerinin denetlenmesini, sicillerinin tutulmasını, mesleki faaliyetlerini kayıt altına alarak etik ve ahlaka uygun bir hizmet yapmalarını sağlamak çabası içindedir. Oysa meslek Odası ile üyeler arasındaki bağın koparılması hizmet kalitesini oldukça düşürmüştür.
İlgili bakanlık özerk bir yapıya sahip olan Meslek Odaları üzerinde mali ve idari denetim kurarak vesayet ilişkisini hayata geçirmeye çalışmaktadır. Bu değişiklikler Meslek Odalarını güçsüzleştirecek, Oda-üye ilişkisini zayıflayacaktır. Mevzuat değişikliklerinin yapı üretim sürecini denetimsizliğe ve bilgisizliğe mahkum edecek hükümler içermesi, yapı üretim sürecini olumsuz olarak etkilemektedir. Bu durum ülkemize ve halkımıza oldukça pahalıya mal olmaktadır. Marmara Depreminin 18. yılında bir kez daha hatırlatmak gereğini duyuyoruz; kent politikaları, yapılaşma; bilime, tekniğe ve akla uygun bir perspektifle, rant için değil, toplum yararı için ele yapılmalıdır.
Özetlersek
- Ülkemiz toprakları büyük ölçüde deprem tehlikesi altında bulunuyor. Nerede ise her gün ülkemizin bir yerinde bir deprem yaşıyoruz. Yapılarımızın önemli bir kısmı kaçak ve mühendislik hizmeti almadan üretilmiştir.17 Ağustos Depremi yapılarımızın %25`ini oturulamaz duruma getirmiştir. Orta ölçekli depremler de bile yapılarımız hasar görüyor can kayıpları oluyor. Bilimin tekniğin ve mühendisliğin gerekleri yapılmıyor. Deprem yönetmelikleri uygulanmıyor, yapı denetim mekanizması işlemiyor.
- Plan kavramı geri itilmiş patronaj ilişkileri ile yeni imtiyaz alanları oluşturulmuştur.
- Kentler, mega projeler yapılarak üzerinden para kazanılan bir yer, bir araç olarak görülmüştür. Mega projeler ortak yaşamımızı daha sağlıklı yapan projeler değildir. Bu projeler kent üzerinden para kazanılan ve kente çeşitli riskler yükleyen projelerdir. Bu anlayışla yönetilen kentler yeni afetlerle karşı karşıya kalır.
- Antalya`da, İstanbul`da, Bursa`da, Karadeniz`de ve başka yerler de iklim değişikliğinden kaynaklanan can ve mal kayıpları yasa koyucuların, ülke ve kent yöneticilerinin ve uygulayıcıların ticari kaygıyla hareket etmelerinden kaynaklanmaktadır.
- Kentlerimizde bulunan boş alanları, dere yataklarını, dolgu alanlarını yapılaşmaya açmamak gerekiyor. Sıcaktan bunalan insanların serinleyebilecekleri yerleri koruyarak deprem sonrası toplanma alanı ve çadır kurulacak yer olarak planlamak gerekiyor.
- Devlet bürokrasisinin sürekli olarak değiştirilmesi, LİYAKATIN dikkate alınmaması, ticaret, cemaat ve şirket yakınlığına göre hareket edilmesi sorunları büyütmüştür.
- Deprem bekleyen İstanbul ve Bursa gibi kentlerimiz de bütünlüklü bir planlama yerine YIK-YAP anlayışına dayanan bir Kentsel Dönüşüm yeni sorun alanları yaratmıştır.
- Teknik, bilimsel, ekonomik ve sosyolojik dayanakları olmayan birinci sınıf tarım alanları yapılaşmaya açılmıştır. Bu kararları denetleyecek bir sistemin kurulmaması da sorunları iyice büyütmüştür.
- Kaçak ve mühendislik hizmeti almadan yapılar üretilmiştir. Yapı denetimi bilimsel esaslara göre işletilmemiştir. Formaliteyi tamamlayan ve ruhsat almayı sağlayan bir anlayışla yürütülmüştür.
- Ülkemiz de genel olarak örgütlenme biçimleri kaderci bir anlayış ve var olan alışkanlıklarla yürütülmektedir.
- Mühendislik bilgileri dikkate alınarak üretilen yapılar depremde yıkılmaz ve can kayıpları yaratmaz. Kentlerimiz de sel ve su baskınlarıyla karşı karşıya kalmazlar.
- Bugün kentlerimiz ulaşım sorunundan doğal dokunun korunmasına, deprem yıkımının azaltılmasına, tarihi yapıların güçlendirilip geleceğe devredilmesine, tarihi kentlerin siluetinin bozulmasına kadar birer sorun alanına dönüşmüştür.
- Üretime dayalı bir ekonomik model yerine inşaata ve TOKİ anlayışına dayalı bir model tercih edilmiştir. Bu durum siyasal sistemi bir rant dağıtıcısı olarak karşımıza çıkarmıştır.
- Yıkılacağı ifade edilen 7 milyon konuttan çıkacak malzeme atıklarının ne olacağı ile ilgili bir çalışma yoktur. Deniz mi doldurulacaktır?
- Trafikte her yıl 7000 insanımızı, iş cinayetlerinde 2000 ne yakın insanımızı kaybediyoruz. Dünya da ki birinciliğimizi kimseye bırakmıyoruz.
- Mühendislik eğitiminde ciddi bir sorun var. Fiziki şartları ve öğretim kadroları yetersiz, laboratuvarı olmayan ve kontenjanı oldukça fazla okullarda eğitim ve öğretim yapılıyor.
- Halen kentlerimiz de yıkılıp yeniden yapılmayı veya güçlendirmeyi bekleyen çok sayıda hastane, poliklinik, okul ve kamu yapıları var.
- Oldukça fazla yüksek yapı yapılmasına rağmen halen yüksek yapılarla ilgili bir yönetmeliğimiz yok.
- 2012-2023 yıllarını kapsayan Deprem Strateji ve Eylem Planına göre 2017 yılına kadar yetkin mühendislik yasası çıkarılacaktı. Yürütücülüğünü TMMOB`nin yapacağı bu çalışma henüz başlamadı. Bir yandan da yetkin mühendislik yerine çıkarmış olduğumuz Referans Belgesi verilmesi ile ilgili yönetmeliğin iptaline ilişkin Çevre ve Şehircilik Bakanlığı dava açmıştır.
- Afet bir olayın kendisi değil doğurmuş olduğu sonuçlardır. Afeti yasa koyucular, ülkemizi ve kentlerimizi yönetenler elbirliği ile hazırlıyorlar.
Sonuç Olarak
Her yıl çok sayıda mühendislik diploması verilmesine rağmen kaliteli bir eğitim yapılmıyor. Oldukça fazla yüksek yapı yapılmasına rağmen bu yapılarla ilgili bir yönetmeliğimiz bile yok. Profesyonel mühendislik yaşamının düzenleyicisi olması gereken meslek Odalarının yetkileri giderek budanıyor. Ticari kaygı teknik kaygının önüne geçiyor. Bilgi ve beceriye dayalı yöneticilerin yerini şirket ve cemaat ilişkileri alıyor, liyakat yok sayılıyor. Üniversite, meslek odası ve endüstri arasında olması gereken işbirlikleri önemsenmiyor.
Bilimin, tekniğin ve insan yaşamının dikkate alındığı bir kentleşme ve yapılaşma yerine, kişi ve grup çıkarlarına dayalı bir yapılaşma anlayışı kentlerimizi yaşanmaz bir hale getiriyor. Ormanlar, ağaçlar, yeşil alanlar, su havzaları, park ve bahçeler yok edilerek kentlerde boş alan bırakılmıyor. Kentlerimiz, küresel iklim değişikliklerinin etkisi altına sokularak afetlere açık hale getiriliyor. Güvenli yapı ve yaşanabilir bir çevrenin yaratılması önceliklerimiz arasında yer almıyor.
Afet, bir doğa olayının kendisi değil doğurmuş olduğu sonuçlardır. Doğanın kendi kuralları her zaman işleyecektir. Önemli olan yaşanacak doğa olaylarını afete dönüştürmeyecek yapıların üretilmesi ve sağlıklı bir çevrenin yaratılmasıdır.