ŞPO: "MARMARA'DAN İKİZDERE'YE; DOĞAL DEĞERLERİMİZİN İNŞAATA, RANTA, BİR AVUÇ SERMAYEDARA KURBAN EDİLMESİNE DUR DİYELİM!"

07.06.2021

TMMOB Şehir PlancılarıOdası, 5 Haziran 2021 tarihinde, 5 Haziran Dünya Çevre Günü dolayısıyla “Marmara'dan İkizdere'ye; Doğal Değerlerimizin İnşaata, Ranta, Bir Avuç Sermayedara Kurban Edilmesine Dur Diyelim!” başlıklı bir basın açıklaması gerçekleştirdi.

MARMARA`DAN İKİZDERE`YE; DOĞAL DEĞERLERİMİZİN İNŞAATA, RANTA, BİR AVUÇ SERMAYEDARA KURBAN EDİLMESİNE DUR DİYELİM!

1972 yılında Stockholm`de düzenlenen zirvede Birleşmiş Milletler tarafından 5 Haziran, Dünya Çevre Günü olarak kabul edilmiştir. Esasen çevre ve ekonomik gelişme arasındaki ilişkinin çevre üzerine yıkıcı etkilerinin küresel ölçekte gözle görülür ve hissedilir boyutlara ulaşmasının bir neticesi olarak alınan bu karar, her ne kadar çevre konusunda duyarlılığı hedeflemiş olsa da; geçen süre içerisinde çevre alanında yaşanan yıkımın boyutları artmış ve küresel ölçekte canlılığı tehdit eder noktaya ulaşmıştır.

Ülkemizde de yaşanan süreç çevre üzerinde yaşanan olumsuz etkilerin kirlilik, bozulma gibi kavramların ötesine geçtiğini göstermektedir. Artık ülkemizde birçok alanda çevresel anlamda bir yıkımdan bahsetmek mümkündür. En son Marmara Denizi gibi büyük bir alanda yaşanan müsilaj (deniz salyası) oluşumu, çevresel yıkım kavramının gerçekliğe kavuştuğunun çarpıcı en son örneğidir. Yaşanan bu ekolojik yıkımın Marmara Denizi`ni aşıp Kuzey Ege sahillerinde de görülmeye başladığı birçok yayın organı tarafından dile getirilmeye başlanmıştır.

Açık şekilde ifade etmek gerekir ki yaşadığımız bu süreç on yıllara varan tahripkar ekonomi politikalarının ve bu politikalara ilişkin üretilen yanlış mekânsal karar alma süreçlerinin bir sonucudur. Bir iç deniz olması ve taşıma kapasitesinin sınırlılığına rağmen Marmara Denizi ve civarı bugüne kadar sanayi tesislerinin ve buna bağlı olarak nüfusun yoğunlaştığı bir bölge olmuştur. Marmara Denizi`ni artık boğma noktasına gelmiş olan bu mekânsal kurgu esas itibari ile ulaşım olanaklarına bağlı olarak sermaye kesiminin üretim maliyetlerini düşürmek adına yapılmış devlet politikalarının bir sonucudur. Sonrasında da sermaye çevrelerinin yine işletme maliyetini düşürmek ve dolayısıyla karlılıklarını artırmak adına arıtma, çevre düzenleme, restorasyon gibi konularda devletin yetkili makamları tarafından bugüne kadar gerekli denetimler ve yaptırımlar etkin şekilde uygulanmamıştır. Sonuçta bugün gelinen noktada Marmara Denizi barındırdığı kirlilik yükünü taşıyamaz hale gelmiş ve adeta yaşam savaşı vermeye başlamıştır.

Yaşadığımız yıkım sürecinin kitlesel olarak insanın da içinde olduğu binlerce canlı türünün yaşamını tehdit ettiği dramatik şekilde ortadayken hakim ekonomik gelişme paradigmasının değiştirilmesi yönünde adımların atılacağına dair ipuçlarını görmek şöyle dursun; devletin en üst düzey temsilcileri tarafından yaşadığımız ekolojik yıkıma sebep olan ekonomik gelişme ve kentleşme politikalarının devam edeceği her geçen gün değişik vesilelerle yeniden ve yeniden dile getirilmeye devam etmektedir. Son olarak Cumhurbaşkanı katıldığı bir TV programında Kanal İstanbul Projesi`ne her ne olursa olsun başlanacağını ve kanalın her iki tarafında "ikiyüzelli bilemedin beşyüzbin konutun içerisinde olduğu  adeta iki yeni şehir kurulacağını" ifade edebilmiştir.  

Yaşanan müsilaj problemi açık şekilde en kısa yoldan Marmara Denizi`nin taşıma kapasitesinin çok üzerinde bir kirlilik yükü ile karşı karşıya kalması biçiminde tariflenebilir. Durum en basit haliyle bu şekilde tariflenebilirken; ortaya konacak çözüm de Marmara Denizi`nin karşı karşıya olduğu bu kirlilik yükünün ivedilikle azaltılmasıdır. Buna rağmen bilimsel gerçekliğe aykırı bir biçimde  iktidar tarafından her ne olursa olsun inşaasına başlanacağı açıklanan Kanal İstanbul Projesi  ile hem Karadeniz`in kirlilik yükü yüksek deniz suyunun Marmara Denizi`ndeki yoğunluğunun artacağı, hem de İstanbul`un en kıymetli ve görece korunmuş doğal alanları içerisinde açılacak yeni yerleşim alanlarına yerleştirilecek nüfus sebebiyle Marmara Denizi`nin hali hazırda karşılamakta zorlandığı kirlilik yükünün radikal şekilde artacağı açıktır. Bu anlamda Kanal İstanbul Projesi günümüzde nefes almakta zorlandığını bütün çıplaklığı ile bizlere haykıran Marmara Denizi`nin boğazını sıkmaktan başka bir anlam ifade etmemektedir.

Bununla birlikte ülkemizin en güzel coğrafyalarından olan Kaz Dağları`nda altın madeni aramak için binlerce ağaç kesilerek; kadimden beri doğal orman olan bölge adeta çöl haline getirilmiştir. Yine İkizdere, İşkencedere Vadisi`nde taş ocaklarının yapımına yöre halkının itirazına ve o coğrafyada yaşayan onlarca canlı türünün yaşamı pahasına devam edilmektedir. Millet Bahçesi adı altında inşa faaliyetleri son sürat devam eden Salda Gölü`ndeki tahribat sürekli olarak gündemdedir. Van`da yerleşim yeri içerisine yapılmak istenen taş ocağı inşaatına tepki gösteren yurttaşların üzerine ateş açılmaktadır. Buna benzer olayların sayısını arttırmak mümkündür. Ancak örnekleri arttırmaktan öte konunun özüne ilişkin bir değerlendirme yapmak zorunludur.

Onlarca yıldır ekonomik kalkınma gerekçesi ile doğal alanlar yağmalanmaktadır. Geçtiğimiz 20 yıllık dönemde iktidarda olan AKP`nin seçtiği ve çevre üzerinde yıkımlar yaratan inşaata dayalı gelişme paradigması ekonomik anlamda iflas etmiş olmasına rağmen; bu sektörü harekete geçirmek adına hiçbir rasyonalitesi olmayan, uzun vadede çevresel anlamda yıkımlar yaratacak Kanal İstanbul gibi projelerle bu sektör yeniden canlandırılmaya çalışılmaktadır. İnşaat sektörünün canlandırılması hedeflenirken, Marmara Denizi`nin ölümüne göz yumulmakta, orman alanları yok edilmekte, kıyı alanları yapılaşmaya açılmaktadır. Bütün bunlar ekonomik gelişme adına yapılmakta ve "gelişmekte olan bir ülke" olmamız gerekçesiyle bu yapılanların her türlü olumsuz etkisine rağmen bizlerden kabulü beklenmektedir. 

Tüm bu hamleler ve neticesinde yaşananlar bize göstermektedir ki "sürdürülebilir kalkınma" artık geniş kesimler için bir tartışma zemini yaratmanın ötesinde; kar oranlarını ve servetlerini artırmaktan başka hiçbir gayesi olmayan sınırlı varsıl kesimlerin arkasına sığındığı siper görevini görmektedir. Bu kavram olumlu şekilde geniş kesimler lehine yorumlanacak ve politikalara yön verecek bir kavram olmanın ötesinde; sürekli olarak çevreye ilişkin endişeler gündeme getirildiğinde gelişmekte olan bir ülke sıfatına sahip ülkemizde ekonomik gelişmenin bir zaruriyet olduğunu; bu anlamda ekonomik gelişme noktasında çevreye ilişkin kaygıların ekonomik gelişmeyi engelleyici biçimde yorumlanmaması gerektiği noktasında savların üretilmesine dayanak sağlayan bir kavram haline dönüşmüştür.

Ancak gelinen nokta açıktır: Yürütülen ekonomik gelişme politikaları ve buna bağlı üretilen mekânsal gelişme strateji ve pratikleri binlerce canlı türünün yok olmasına; denizlerin ölümüne, orman alanlarının çölleşmesine, sulak alanların yok olmasına sebep olmuştur. Bir avuç varsılın sahip oldukları maddi zenginliğin artmasına yarayan ve yaşadığımız coğrafyanın yağmalanması pahasına uygulanan bu politikalar belirli kesimlerin savunduğu üzere gelişmekte olan ülkemizi geçen on yıllara rağmen gelişmiş ülkeler sınıfına taşımadığı gibi, yaşanan yoksulluğun seviyesi derinleşmiştir. Buna karşılık geçen on yıllar içerisinde bir avuç varsılın servetleri, doğal değerlerin kalıcı bir biçimde tahrip edilmesi,  milyonlarca insanın yoksullaşması pahasına artmıştır ve artmaya devam etmektedir. Dolayısıyla "sürdürülebilir kalkınma" kavramı gibi kavramlar neticesinde üretilen tartışma zemininin artık terkedilmesinin gerekliliği açıktır. Çünkü bu kavram etrafında yürütülen tartışma yoksulluğun, ekolojik yıkımın, milyonlarca canlı türünün yok olmasına sebep olan ekonomik sistem olarak kapitalizmin eleştirisini yapmaktan uzaktır. Sürdürülebilir olan artık sadece varsıl kesimlerin sermaye ve kar oranlarıdır.

Bu anlamda sürdürülebilir kalkınma kavramı etrafında yürütülen tartışmaların dünyamızın ve ülkemizin içerisinde bulunduğu ekolojik yıkım süreci göz önüne alındığında, ekonomik gelişmeden öte koşulsuz biçimde ekolojik hassasiyetler göz önüne alınarak yorumlanması ve bu amaca dönük politika ve planların hayata geçirilmesine yön verecek biçimde ele alınması  aciliyeti olan bir zorunluluktur. Bu çerçevede hem merkezi hem de yerel idareler tarafından Kanal İstanbul başta olmak üzere, çevresel yıkıma yol açan ve halka rağmen zor aygıtı devreye konarak  hayata geçirilen projelerden vazgeçilmesi ve çevresel değerlerin kuşaklar ötesi yarar doğrultusunda korunması ve geleceğe aktarılmasını odağa alan politikalara öncelik verilmesi gerekmektedir. Aksi takdirde yakın gelecekte denizlerininin maviliğinden, biyolojik çeşitliliğinin yüksekliğinden, Kazdağları`ndan ve coşkuyla akan ırmaklarının var olduğu Karadeniz coğrafyasından bahsetmemiz mümkün olmayacaktır.

Bu çerçevede 5 Haziran Dünya Çevre Günü vesilesiyle bir kez daha  merkezi ve yerel idareleri,  bir avuç inşaat sermayedarının sürdürülebilir kalkınmasını önceleyen politika ve pratiklerini terk etmeye; çevresel yıkımın yaşandığı ülkemizde ekolojik değerlerin korunması ve gelecek kuşaklara aktarılmasına öncelik vermeye davet ediyoruz.

Tüm kamuoyuna saygı ile duyurulur.