9. ULUSAL ÇEVRE MÜHENDİSLİĞİ KONGRESİ/5-8 EKİM 2011/SAMSUN
Çevre, bir ülkenin toplumsal gelişmişliği ve geleceği için en önemli ve yaşamsal olgudur. Çevre konusu TMMOB‘nin de gündeminde önemli bir yer tutmaktadır.
Genel olarak; orman alanları, sulak alanlar, lagünler, göller, içmesuyu havzaları, kıyılar, kumullar, yaylalar, meralar ve bunların dışında kalan hali arazi, tescil dışı arazi, bozkır alanları gibi altyapı, turizm, sanayi, tarım vb sektörel kullanım veya yerleşim alanları dışında kalan, herhangi bir kullanımı olmayan alanlar "doğal alanlar" olarak tanımlanabilir. Hiçbir insan katkısı olmadan oluşan doğal varlıklar, varlıklarını devam ettirmek için de insana gereksinim duymazlar. Buna karşılık diğer canlılarda olduğu gibi insan da yaşamının devamlılığı için doğal varlıklara muhtaçtır. Doğanın sunduklarından olduğu gibi, kaybettiklerinden de tüm insanlık etkilenmektedir. Tüm bu özellikleri, gerek ekosistem içindeki fonksiyonları, nitelikleri ve/veya insan yaşamı için vazgeçilmez olmaları onları kamuya ait yapar.
İnsanlığın gelişme sürecinde, doğal varlıklar üzerindeki olumsuz etkisi kendi ihtiyacı kadar kullanımdan doğanın kendini yenileme kapasitesi üzerinde kullanılmaya başlandığı sanayi devrimi ile birlikte artmıştır.
Diğer bir ifadeyle kapitalizm, evrilme sürecinde, doğal varlıklar üzerindeki baskının boyutunu yaşamak için gereken bireysel ihtiyaçtan küresel ölçeğe taşımıştır. Bugün artık bir krize dönüşen çevre sorunlarının nedeni, kapitalist küreselleşmenin "kar daha fazla kar" anlayışıdır, bu anlayışla yaratılan politikalardır.
Uluslararası çevre politikalarının gelişmesinin başlangıcı olarak kabul edilen, çevre sorunlarının küresel olarak ilk kez ele alındığı 1972 yılında Stockholm‘de toplanan "Birleşmiş Milletler İnsan Çevresi Konferansı"nda "..insanın, yaşamını onur ve huzur içinde geçirmesine izin verecek çevre kalitesi içinde özgürlük, eşitlik ve uygun yaşam koşullarına sahip olmanın ......temiz ve sağlıklı bir çevrede yaşamanın temel bir insan hakkı olduğu....." kararı alındığında,
"Dünya Zirvesi!" olarak da adlandırılan Rio Konferansı‘nın hedefi "tüm ülkelerde sürdürülebilir ve çevre ile uyumlu ekonomik gelişmeyi gerçekleştirebilmek üzere yürütülen ulusal ve uluslararası çalışmalar kapsamında, çevre bozulmasını durdurmak ve geri çevirmek ve bu amaçla strateji ve tedbirler hazırlamak" olarak belirlendiğinde,
"çok-aktörlülük" ve "toplumsal uzlaşma" olmadan sürdürülebilir kalkınma hedefine ulaşılamaz" görüşü benimsendiğinde
adeta "çevre için bahar" havası yaşanmıştı.
"Çevre için baharın başlangıcı" olarak kabul edilen Stockholm Konferansı‘ndan 40 yıl sonra, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu‘nun "... halkların ve milletlerin doğal zenginlik ve kaynakları üzerinde egemenlik haklarının ihlal edilemeyeceği..." kararının yer aldığı 1962 tarihli ve 1803 sayılı "Doğal Kaynaklar Üzerinde Daimi Egemenlik Kararı"ndan 50 yıl sonra gelinen noktada;
‘Çok-aktörlülük‘ ve ‘toplumsal uzlaşma‘ olmadan "sürdürülebilir kalkınma hedefine ulaşılamaz" söylemlerindeki ikiyüzlülük Dünya Ticaret Örgütü‘nün Doha Bakanlar Toplantısında ortaya çıkmıştır. Sermayenin sınırsız, fütursuz, serbest dolaşımı ilkesinde temellenen DTÖ kurallarının sürdürülebilir kılındığı bir dünyada: Stockholm‘den Rio‘ya, Rio‘dan Daho‘ya neo-liberal politikaların gerekleri doğrultusunda dönüşüm yaşanmıştır. Toplantıda "...Ticareti engelleyici nitelikte olduğu saptanan çevre önlemlerinin yerini serbest ticaret hükümlerinin alması..." kararıyla sermayenin dolaşımını/serbest ticaretin küreselleşmesini engelleyecek çevresel önlemlerin dikkate alınmayacağı ilan edilmiştir.
Johannesburg zirvesinde daha da ileri gidilerek "uluslararası ve çoktaraflı kurumlar" içinde sermaye şirketleri ortaklardan biri olarak tanımlanarak, "Küresel ortaklık" ilkelerinin sadece gelişmiş ülkeler ile onları yönlendiren ticaret örgütlerinin tercih ettiği şartlarda olabileceği gerçeği bir kez daha görülmüştür. Bu sürece paralel olarak, küresel fonlar vasıtasıyla gelişmekte olan ülkelere aktarılan kaynaklar ile orada yaşayan halklara sadece, sürdürülebilir yoksul yaşamanın yolları öğretilmektedir.
Dünya, emperyalizm tarafından sınırsız ve engelsiz bir tek küresel pazar ve sömürü alanı olarak kurgulanmakta, bu politika içinde ülkemizin de içinde bulunduğu "kaynakları emperyalizmin sınırsız sömürüsüne açılan ülkelerin" zenginliklerine el konulmaktadır.
Küreselleşme sürecinde, emperyalist çıkarlara göre yeniden yeniden biçimlendirilen sosyo-ekonomik politikaların doğal sonuçları olarak; işsizlik, açlık ve yoksulluğun artışı, savaşlar, işgaller, katliamlar, kitlesel göçler ile karakterize olan çevre felaketleri yaşanmaktadır.
Türkiye‘ye, sosyo ekonomik yapı ve devlet yapısı itibariyle 1980 ekonomi kararları ve 12 Eylül darbesine paralel olarak yansıyan ve önemli bir kırılmayı işaret eden neoliberal politikalar sermaye birikimini üretici olmayan bir alana yöneltmiş, kamu işletmeleri, eğitim, sağlık ile devam eden kamu hizmetlerini piyasalaştırma-piyasa malına dönüştürme süreci çevre değerlerine; doğal, tarihi ve kültürel varlıklara doğru genişletilmiştir. Tüm yer üstü ve yer altı varlıklarımızı talana açan neoliberal politikalar AKP döneminde pekiştirilerek ülkenin her noktasına yaygınlaştırılmıştır.
Sağlık, eğitim ve çevre alanı bu noktada, en ağır tahribatın yaşandığı alanlar olmuştur. Yine bu dönem, devletin küçültülmesi, özelleştirme, yerelleşme ve yabancılaştırmaya dayanan Dünya Bankası ve IMF programları ile ekonomik, sosyal, kültürel ve çevresel alanda son derece karamsar bir tablo oluşmuştur.
Ülkemizde çevre alanı yıllar boyunca istismar edilmiş, doğal kaynaklarımız bir talan ve yağma alanı olarak yerli ve yabancı sermayenin hizmetine sunulmuştur. Altyapı yatırımlarında izlenen yanlış politikalar; doğal kaynaklarımızı, tarihi ve kültürel varlıklarımızı, ormanlarımızı, kıyılarımızı birer rant cennetine dönüştürme çabaları; çevre sorunlarına ilişkin politika yoksunluğu, denetim ve yaptırım eksikliği ve uzman kadroların yanlış alanlarda istihdamı çevre sorunlarını daha da içinden çıkılmaz hale getirmiştir.
Toplum için yaşamsal önemi nedeniyle, küresel ölçekte bir değerlendirme gerektiren ve ulusal ölçekte ele alınmayı zorunlu kılan çevre politikaları günlük, geçici sığ yaklaşımla "çevre sorunu"na, "çevre sorunu" da adeta "kirliliği önleme - arıtma tesisi"ne indirgenmiştir.
Bu süreçte bilimin, hukukun ve aklın gereği çevre politikalarının oluşturulmasında başat rolde olması gereken mühendislik, mimarlık ve şehir planlama disiplinlerinin teknik, bilimsel ve yasal ilkelerini göz ardı edilerek izlenen politikalarla:
• Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile Orman ve Su İşleri Bakanlığı olarak bakanlıkların yeniden yapılandırılmasıyla "çevre" ve "doğa koruma" yeniden parçalanmış, ikili yapı oluşturularak bütüncül politika üretme bir başka bahara bırakılmıştır.
• Sektörel yaklaşım benimsenerek kontrolsüz ve birbirinden bağımsız yapılara dönüştürülen planlama; tarım alanlarının, ormanların, meraların, kıyıların, giderek yaylaların talanı şeklinde mekana yansımıştır.
• Tüm doğal kaynaklarımız; doğa koruma alanları, yani biyolojik çeşitlilik açısından önemli alanlar, biyogenetik rezerv alanları, nadir, endemik, tehlike altındaki türlerin yaşam alanları, orman alanları, kıyılar, meralar "sürdürülebilirlik" aldatmacasıyla piyasa malına dönüştürülerek uluslararası pazara sunulmaktadır.
• Orman talanını her durumda teşvik eden ve kamu malı gaspının "affı" anlamına gelen 2B halen bir seçenek olarak görülmektedir.
• Ülkenin doğal varlıklarını uluslararası sermayeye en kısa yoldan sunmanın yollarını arayan AKP, ÇED Yönetmeliği‘nde yaptığı son değişiklikle, termik güç santrallerini, nükleer güç santrallerini, nükleer atık bertaraf tesislerini, otoyolları, limanları, HES‘leri ve madencilik projelerini de kapsayan yatırımları örneği görülmemiş bir duyarsızlıkla ve aymazlıkla, adeta idari işleme dönüştürülen ÇED kapsamı dışına çıkarmıştır.
• Getirilen "af" ile kaçak tesisler çevreyi resmi olarak kirletmeye devam etmektedirler.
• Her türlü yapılaşma ile maden, turizm gibi sektörlerin kullanımını istisna haline getiren, doğa koruma açısından sistematik bir gerilemeye karşılık gelen "Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanunu Tasarısı"nda, koruma yaklaşımının, "yatırım" adı altında sürdürülen ve itiraz dinlemeyen "talan" anlayışına terk edilmesi öngörülmektedir.
• İklim Değişikliği Sözleşmesiyle kazanım olarak görülen "önleyici düzenlemeler", Kyoto Protokolü ile havayı, suyu piyasa malına çevirerek "temiz enerji" borsası ile yeni bir sömürü aracı haline getirilmiştir. "Emisyon ticareti" ülkemize de HES garabeti olarak yansımıştır.
• Madencilik geliştiriliyor aldatmacasıyla, yabancılara imtiyaz tanıyan, ülkenin hemen her yeri, tarım alanları, orman alanları, sulak alanlar, arkeolojik sit alanları, milli parklar ayrımı gözetmeksizin "açık işletmeye" dönüştürülmüştür.
• Yenilenebilir enerji kisvesi altında HES‘lere teslim edilen akarsular; plansız, politikasız, çevreyle ve toplumla uyumsuz kısa ömürlü barajlar; rant uğruna Zeugma, Allianoi, Hasankeyf, Munzur ve Fırtına Vadisi‘nde somutlanan bilim dışı uygulamalarla tarihi-kültürel miras ve doğal çevre istikrarlı bir şekilde yok edilmektedir.
• HES ya da baraj yapılamayan kıyı ovalarında da nükleer enerji santralleri için yer beğenilmektedir.
• 1940‘lı yıllarda başlayarak Cumhuriyet tarihinin son 70 yılına damgasını vuran, hazine arazilerinin işgalinden sonra kıyı alanlarına, en son olarak da orman, yaylak ve kışlaklara yayılan kaçak yapılaşmayı özendiren "af" bir seçenek olarak geçerliliğini sürdürmektedir.
• Kentsel dönüşüm adı altında ya da TOKİ uygulamalarında istisnasız olarak ülke topraklarının tamamı "arsa" olarak değerlendirilmektedir.
• Kentler, yayaların, yaşlıların, çocuk ve engellilerin unutulduğu altyapı ve üstyapıdan yoksun bina yığınlarına dönüştürülmüştür.
• Deprem ülkesi gerçeği görmezden gelinerek "yapı denetimi" ve "risk-afet-sakınım planlaması" içi boş popülist yaklaşımlarla siyasi malzeme olarak kullanılmaktadır.
• Kentleşme, konut ihtiyacı ve talepleri bütüncül planlamaya dayanmadığından, rant uğruna toprak kaynaklan yok edilirken, su kaynaklarının rezerv olanakları da yok edilmektedir.
Biz biliyoruz ki ranta dayalı neoliberal politikalarla temellenen;
• Mühendisliğin sanayi, tarım, kent ve toplum yaşamına yönelik, bilimsel, teknik temellerdeki kamusal, toplumsal hizmet niteliğini reddeden anlayışın,
• Bugün Kütahya Gümüşköy‘de yaşanan, yarın Akkuyu‘da yaşanacak olan çevre felaketini görmeyi reddeden anlayışın,
• Karadeniz, Akdeniz, Sinop-Gerze, Bergama, Uşak-Eşme, Loç Vadisi, Munzur, Hasankeyf, HES‘lere, barajlara karşı yürütülen mücadelede ölümü hiçe sayan anlayışın,
• Dereleri kanalizasyon hattı, gölleri sivrisinek yatağı, vadi tabanlarını, açık yeşil alanları, bozkırları boş arsa olarak gören anlayışın,
• Akılcı, çevreye uyumlu projeler yerine, uluslararası tekellere peşkeş çeken, arazi rantı üzerine ekonomiyi inşa eden anlayışın bir sonucu olarak ortaya çıkan selleri, toprak kaymalarını, kıyı daralmalarını "doğal afet", deprem gibi "doğal afetleri" de kader olmaktan çıkarmanın yolu bilimin, aklın ve hukukun gereği mühendislik, mimarlık ve şehir planlama disiplinlerinin teknik, bilimsel ve yasal gereklerinin yerine getirilmesidir.
İşte bu noktada yaşam alanlarımızın yok olmaması için, gelecek nesillere yaşayabilecekleri bir dünya bırakabilmek için, bugün ekolojik bir krize dönüşen çevre sorunlarının çözümünde, bütüncül politikaların, hukuksal ve kurumsal düzenlemelerin geliştirilmesi ve uygulanması için TMMOB bazı konuların altını çizmektedir:
• Anayasanın, doğal kaynakların mülkiyeti ve kullanımı konusuna yer vererek korunmasının hükme bağlandığı 43. 44. 45. 46. 47. ve 168. Maddelerinin gereği yerine getirilmelidir.
• Anayasal ve yasal yaptırımların işlemediği, yasaların anayasaya aykırı uygulandığı bir ülke hukuk devleti ve sosyal devlet özelliği taşımadığı gibi yönetim biçiminin demokrasi olduğu da söylenemez.
• Çevre politikalarının; sanayi, tarım, enerji, ulaşım ve kentleşme politikalarıyla bütüncül olarak ele alınmasını zorunludur.
• Doğal varlıkların kendini yenileme potansiyelini koruyan/gözeten politikaların geliştirilmesi yaşamsal önemdedir.
• Kendine yeten ve üreten toplum olmanın temel koşulu, bütüncül bir planlamayla doğal varlıkların/kaynakların bilimsel ve akılcı bir yaklaşımla ele alınmasıdır.
• Ülkemize dayatılan dışa bağımlı enerji politikaları terk edilmelidir. Yerli ve yenilenebilir enerji kaynaklarına öncelik veren bir enerji politikası gözetilmelidir.
• Yeni ve yenilenebilir enerji kaynakları, iklim değişimine neden olan sera gazlarının ve enerji alanında dışa bağımlılığın azaltılması bakımından önemlidir.
• Ülkemizde güneş, rüzgâr, jeotermal, biyogaz, biokütle, hidrojen vb. enerji kaynaklarının, şu an yeterince değerlendirilmeyen mevcut potansiyelleri, verimli bir şekilde değerlendirilmeli, yeni ve yenilenebilir enerji kaynaklarının desteklenmesi için düzenlemeler bir an önce yaşama geçirilmelidir.
• Nükleer enerji santralleri ile Türkiye‘nin dışa bağımlılığı arttırılmaktadır. Kurulum, işletim ve söküm maliyetleri, çevresel etkileri, atık sorunları ile gelişmiş ülkelerin terk ettiği nükleer santral macerasına son verilmelidir.
• Oluşumu için milyonlarca yıl ve olağanüstü doğal koşulların gerekli olduğu madenlerimizin üretim ve tüketiminde toplumsal faydanın önde tutulması bilimsel ve teknik bir zorunluluktur.
• Yabancılara imtiyaz tanıyan maden aramalarından vazgeçilmeli ve ulusal kaynaklara dayalı maden arama, işletme ve enerji politikası izlenmelidir.
• Madenlerimiz, üzerine sanayilerin kurulacağı doğal kaynaklar olarak görülmeli, üretilen cevherleri nihai ürüne dönüştürecek yatırımlar; bilimsel- teknik gerekler, toplum yararı ve çevresel önlemler göz önüne alınarak yapılmalı, yatırım yapanlar teşvik edilmeli, ham cevher ihracatına izin verilmemelidir.
• Denetim mekanizmaları maden potansiyelimizin yağmalanmasını önleyecek ilkelere sahip olmalı, son yıllarda endüstriyel hammaddeler, krom, mermer vb. yaşanan rezerv talanı önlenmelidir.
• Madenlerimizin, jeotermal kaynaklarımızın, kıyı ve ormanlarımızın yerli ve yabancı sermaye tarafından yağmalanması durdurulmalıdır.
• Son yıllarda sağlıktan eğitime kadar yaygın bir biçimde uygulamaya konulan neo liberal politikalar ile madenlerimiz de özelleştirme, kapatılma, talan politikalarıyla karşı karşıyadır. Doğal kaynakların gerçek sahibinin halk olduğu kavramından hareketle, madenlerimiz toplumsal çıkarlarımız çerçevesinde oluşturulacak politikalar doğrultusunda işletilmelidir.
• Kentsel dönüşüm adı altında kentlerin hoyratça yıpratılması ile yeni gelişme alanları açmak yerine, öncelikle yerel değerleri içeren mevcut yaşam alanlarının halkın karar süreçlerine katılımıyla sağlıklı ve yaşanır duruma getirilmesi sağlanmalıdır.
• Kentsel mekanlar, toplumsal yarar ve kullanım değeri ilkesi etrafında üretilmeli, paylaşılmalıdır. Doğal-kültürel varlıkların koruma-kullanma dengesi içerisinde yaşatılmasının yolları bulunmalıdır.
• Tarım arazilerinin yok olmasına, kirlenmesine, GDO‘lu gıdaların ülkemize sokulmasına, çiftçimizi üretimden, tarlasından koparan, işsiz, yoksul bırakan politikalara son verilmelidir.
• GAP Projesi kapsamındaki sulama projeleri IMF ve Dünya Bankası dayatmalarına karşı çıkılarak hızla bitirilmelidir. Bölge halkının yararına gerçek bir toprak reformuna gidilmelidir.
• Ülke ormanlarının 2/B, özel ağaçlandırma vb. adı altında rant sağlamaya yönelik talan politikasına son verilmelidir.
• Dünya Bankası‘nın baskıları ile suyun ticarileştirilmesine karşı çıkılmalı, özellikle temiz suya erişimin en temel insan haklarından biri olduğu kabul edilmelidir. Su ve suya bağlı hizmetlerde çevre ve insan esas alınarak suyun mülkiyeti ve hizmetlerinin kamuda kalması sağlanmalıdır
• Suya dayalı bütün projeler, su kirliliğinin her geçen gün arttığı gerçeğinin yanı sıra iklim değişiminin de su kaynakları üzerindeki etkisi dikkate alınarak, havzadaki su gereksinimleri bir bütün olarak değerlendirilmek suretiyle, kültürel ve ekolojik önceliklere göre yapılacak bir havza planlaması sonucu üretilmelidir.
• Hidrolik enerji üretiminde havza ve ilişkili havzalar bir bütün olarak değerlendirilmek koşuluyla, su kullanım önceliklerine göre, doğal yaşam, kültürel değerler ve sosyal olgular mutlaka dikkate alınmalıdır. Bir havzada ardışık yapıların her biri için ayrı ÇED değil, bütünleşik değerlendirme yapılması gereklidir. Eğer havzalar arasında etkileşim söz konusu ise diğer havza ya da havzaların etkileri de değerlendirmeye alınmalıdır. Günümüzdeki uygulamalar bu anlayışlardan çok uzaktır.
• Tarafsızlığın sağlanabilmesi için, ÇED hazırlanmasında yatırımcı finansını ortadan kaldıracak mekanizma geliştirilmelidir.
• ÇED ve Su Yapıları Denetim Yönetmelikleri işin özünden uzak, sadece toplumsal baskılamayı ertelemek ya da susturmak için işleyen süreçlerdir.
• Dünyada eşi ve benzeri olmayan en az 12.000 yıllık tarihi olan antik Hasankeyf‘in ekolojik, kültürel-tarihi zenginliği ve baraj gölü alanında kalacak 300 civarında höyük, 2.000 civarında mağarayı korumak ve baraj yapımından dolayı zarar görecek -resmi rakamlara göre- 55.000‘den fazla insanın kültürel, sosyal ve ekonomik hakları dikkate alınmamaktadır. Geçmişte ve bugün ülkemizde kısa ömürlü barajlar için Zeugma‘da, Allianoi‘de yapılan kültür katliamlarının benzeri Hasankeyf‘te; çevre ve doğa katliamları da Munzur‘da, Fırtına Vadisi‘nde yapılmak istenmektedir. Unutmamak gerekir ki enerji üretiminde alternatifler geliştirilebilir, ancak tarihi-kültürel ve doğal değerlerimizin alternatifi yoktur.
• Teknik ve ekonomik fizibilite, çevre etki değerlendirme, teknoloji seçimi, yatırım, işletme aşamaları ve tüketici bilincinin yükseltilmesi için her seviyede kadroların yetiştirilmesi ve sürekli eğitimi şarttır.
• Çevre koruma bilinci geliştirmeye ilköğretimden başlanmalıdır. Üniversitelerde, kamuda ve özel sektörde teknoloji geliştirme amaçlı araştırma-geliştirme çalışmalarına ağırlık verilmelidir."
Mehmet Soğancı
TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı