ÇMO: "İKLİMLER ÇOKTAN DEĞİŞTİ ! KYOTO PROTOKOLÜ NEYİ DEĞİŞTİRİR?
Çevre Mühendisleri Odası, 19 Haziran 2008 tarihinde, "Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesine Yönelik Kyoto Protokolüne Katılmamızın Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Tasarısı" nın TBMM Çevre Komisyonu'ndan geçmesi ile ilgili basın açıklaması yaptı.
"Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesine Yönelik Kyoto Protokolüne Katılmamızın Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Tasarısı" geçtiğimiz günlerde TBMM Çevre Komisyonu‘ndan geçti. Bugünlerde ise TBMM Dış İşleri Komisyonu‘nda görüşülmeyi bekliyor. Bir yandan kanun tasarısı Meclis komisyonları ve ilgili taraflarca gündemde tutulurken, diğer taraftan konunun aktörleri bir dizi açıklama yapıyor, yazılı ve görsel basında bakanlar, sanayiciler, işadamları bir bir boy gösteriyor.
Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu, 1997 yılında bundan yaklaşık 11 yıl önce imzalan ve 2012‘de yani 4 yıl sonra süresi dolan Protokolü, yeni incelediğini söylemekten çekinmiyor. "Doğrusu ben de daha önce Kyoto bize büyük sorumluluk yükleyecek‘ diye düşünüyordum. ‘Gelişmekte olan ülkeyiz, niye imzalayalım, niye onaylayalım‘ diyordum. Tüm raporları dikkatlice okuyunca, bunun böyle olmadığını fark ettim. Bu yüzden onaylanmasına karar verdik" diyerek küresel bir çevre sorunundan bihaber açıklamalar yapan Eroğlu, AKP hükümeti tarafından ortaya konulan yaklaşımı, bu alandaki sığ politikalarını ve çevresel sorunlara çözüm getirmekten uzak anlayışlarını da bir kez daha ortaya koymuş oluyor.
Öte taraftan medyada ekonomi sayfalarında "Kyoto Türkiye‘ye Söz Hakkı Sağlayacak", "Kyoto‘yla Gelen Fırsat" başlıklarıyla, ülkemize yapılacak "kirli yatırımlar"la yer bulan "Kyoto Protokolü", dünyayı ve ülkemizi tehdit eden küresel iklim değişikliği sorununun bilimsellikten ve çözümden uzak, sadece sermayenin çıkarlarını gözeten yaklaşımlarla tartışılmasının önünü açıyor.
Dünyanın yaşadığı iklim değişikliğinin insan kaynaklı olduğu ve bundan en fazla sorumlu olanların gelişmiş zengin ülkeler olduğu artık bilim insanları ve tüm çevrelerce kabul edilmektedir. Dünya nüfusunun yüzde 15‘ini oluşturan zengin ülkeler, toplam CO2 salımının yarısından sorumludur. Dünya atmosferine salınan sera gazlarının çok büyük bir kısmının kaynağını zengin ülkeler oluşturmasına rağmen iklim değişikliğinin en yüksek faturasını yoksul ülkeler ve onların vatandaşları ödeyecek gibi görünmektedir.
İklim değişikliğinin öğrettiği en çetin derslerden biri, zengin ülkelerde büyümeyi sağlayan ekonomik model ve bununla birlikte giden savurgan tüketimin ekolojik olarak sürdürülemez olduğudur.
Daha fazla tüketimin bir refah göstergesi olarak sunulduğu ekonomik sistemde, Kyoto Protokolü gibi araçlarla küresel ısınmanın olası etkilerinin en aza indirilemeyeceği açıktır. Daha çok tüketim, sınırsız büyüme anlayışı devam ettiği sürece "sera gazı emisyonları" azalmayacak sadece yer değiştirecektir. Kyoto Protokolü‘nde öngörülen mekanizmalardan biri olan emisyon ticareti, gelişmiş ülkelerin gelişmekte olan ülkeleri sömürmeye devam etmesi için başka ve yeni bir araçtır. Protokolün "havayı kirletme hakkı" olarak tanımlanabilecek emisyon ticaretine kapıyı açması, fakir ülkelerin emisyon salımı haklarını gelişmiş ülkelere satmaları anlamına gelmektedir. Bu haliyle Protokol‘ün amaçladığı %‘lik indirimlerle görünüşte bir azalmadan söz edilebilirken, gerçekte atmosfere aynı miktarda gaz salınacaktır. Çevre sorunundan fırsat kollayanlar havamızı da ticari bir metaya dönüştürme, kendine yeni pazarlar yaratma çabası içindedir.
Bir taraftan kirli sanayinin ve eski teknolojinin az gelişmiş ülkelere kaydırılması, görünürde gelişmiş ülkelerdeki emisyon salımlarını görece olarak düşürmüş olacak, diğer taraftan sermayeye az gelişmiş ülkelerde, denetimin, idari yaptırımın ve çevresel sorumluluğun olmadığı, dikensiz bir gül bahçesi yaratılacaktır.
Önce insan önce çevre anlayışı yerine artık, "önce ekonomi, önce tüketim, önce kar anlayışı"nın hakim olduğu dünyamızda, çevre sorunlarının önemli etmenlerinden biri olan tüketim, "çevre" ile birlikte anılmaya başlanmıştır. İnsanlığın temiz bir çevrede yaşama hakkı hiçe sayılmakta, bu nedenle canlılar dünyasında, her geçen gün yaşam koşulları daralmakta ve yoksul, aç, asgari hijyen ve sağlık koşullarından yoksun toplumlar yaratılmaktadır. Dünyanın gidişatı, "düşük karbon ekonomisine" değil, ama en büyük çevre sorununu olan yoksulluk ve açlığın hüküm sürdüğü bir dünyaya doğru olmaktadır...
Gelişmiş ülkelerde kişi başına fosil yakıt kullanımı hala artmaktadır. 1990 ile 2003 yılları arasında uçakla yapılan seyahatlerde %80‘lik bir artma olduğu saptanmıştır. Gemicilikte 1990‘da, 4 milyar ton olan yük miktarı, 2005 yılında, 7,1 milyar tona ulaşmıştır. Her sektör devasa ölçülerde ve gittikçe de artan enerji taleplerinde bulunmaktadır. Dünyadaki bütün insanların bazı gelişmiş ülkelerle aynı seviyede sera gazı üretmesi durumunda dokuz gezegene daha ihtiyaç duyulacağı öngörülmektedir.
Dünyanın iklim değişikliğini bugün nasıl ele aldığı, insanlığın büyük bir çoğunluğunun insani gelişmeye yönelik beklentileri üzerinde doğrudan etkili olacaktır. Küresel ısınmanın erken sonuçları olarak dünya nüfusunun en yoksul yüzde 40‘lık kısmını (2,6 milyar kişi) etkilemesi beklenmektedir. Uzun vadede ortaya çıkacak etkilerde ise zengin ya da yoksul hiç kimsenin iklim değişikliğinin yol açacağı tehlikelerden muaf olamayacağı belirtilmektedir.
Avrupa‘da 2003‘te yaşanan sıcak dalgası benzeri iklim şoklarıyla ya da daha korkunç yaz ve kış koşulları ile baş edebilmek için zengin ülkeler şimdiden kamu sağlığı sistemleri geliştiriyorlar. Diğer taraftan "kyoto"yu fırsat diye gören bizim gibi gelişmekte olan ülkeleri "çöplük" olarak kullanmanın yollarını arıyorlar. Oysa ki, iklim değişikliğinin sağlık üzerindeki en büyük etkilerini, yüksek yoksulluk düzeyine sahip, halk sağlığı sistemleri yetersiz ve önlem alma kapasitesi düşük olan yine bizim gibi gelişmekte olan ülkeler yaşayacak !
Bu yanıyla Kyoto Protokolü‘nün ortaya koyduğu hedefler, küresel ısınmaya dayalı küresel iklim değişikliği sorununa çözüm getirmekten uzak, sembolik bir girişim özelliği olmasının yanında, konuya neo-liberal bir iklim de katmaktadır.
Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı tarafından yayınlanan "2007/2008 İnsani Gelişme Raporu"nda tehlikeli boyuttaki iklim değişikliklerinin giderilmesi için dünyada henüz-siyasi devinimler ve karbon devinimleri arasındaki açığı kapatacak-net, inandırıcı ve uzun vadeli çok taraflı bir çerçeve programın olmayışına dikkat çekilmektedir. Akla yakın varsayımlar temelinde yapılan hesaplamalarla, iklim değişikliği tehlikesini önlemek için zengin ülkelerin salımlarını bugün en az %80, 2020‘de de %30 azaltmaları gerektiği de raporda açıkça belirtilmektedir. Son derece açık ve ortada olan; yeni ve daha büyük, yeni ve daha çok yatırımlarla sera gazı emisyonlarının yer değiştirmesi çözüm değil, azaltılması şart !
Birleşmiş Milletler (BM) İklim Değişikliği Sekreterliği tarafından hazırlanan ve 1990 - 2004 yılları arasında sera etkisi yaratan gaz emisyonu oranlarına göre 40 ülkenin değerlendirildiği raporda Türkiye açısından çarpıcı sonuçlar yer alıyor. Türkiye‘nin, söz konusu tarihler arasında emisyonu %72.6 oranında artmış ve diğer ülkeleri geride bırakmıştır. Bunun başat nedenleri arasında Türkiye‘de, 1990‘lı yıllardan sonra hızla artan nüfus, çarpık kentleşme, plansız büyüyen sanayileşme, fosil enerji kaynaklarına bağımlılık ve yanlış ulaşım politikalarının yaygınlaştırılması gelmektedir. Korumacı, iyileştirmeci ve geliştirmeci bütünleşik bir çevre politikasının ve yönetiminin olmayışı ile temiz üretim teknolojilerinin geliştirilmemesi bu sorunların en büyük kaynağıdır.
İçme suyundan kanalizasyona, hava kirliliğinden su kıtlığına, atık sudan çöp sorununa bir dizi çevre sorunuyla yüz yüze olan Türkiye‘yi yönetenler, küresel iklim değişikliği sorununu "Kyoto Protokol"üne kilitleyip, bu tartışmayı bile ülke gündeminde sağlıklı ve tüm taraflarıyla tartışamamaktadır.
Hava, su ve toprağın bile şirketlerin kar güdüsünü ve iştahını artırdığı, ekonominin en önemli girdisini ya da kaynağını oluşturduğu bir dönemde, iklim değişikliği sorununun ülkemizde de sadece ekonomi sayfalarına ya da bakanların cehaletine teslim edilemeyeceği aşikardır. Sorunun, üretim-tüketim ilişkileri göz önünde bulundurulmadan, ülke gerçekleri masaya yatırılmadan, bilimsel bilgi ve verilerle doğru analizler yapılmadan, bütünleşik çevre politikası ve yönetimi için adımlar atılmadan tek başına tartışılamayacağı açıktır.
TMMOB Çevre Mühendisleri Odası sahip olduğu mesleki birikim, bilime, insana ve doğaya duyduğu saygı, kamusal bir hizmet yürütmenin bilinci ve sorumluluğu içinde; son günlerde tartışılan küresel iklim değişikliği senaryolarının merkezinde yer alan ve birçok çevre tarafından çıkış noktası olarak gösterilen "Kyoto Protokolü"nün küresel iklim değişikliğine çözüm getiremeyeceğini, çevre sorunlarının parçacı ve mekanist yaklaşımlarla ele alınmaması ve dünyanın yaşadığı ekolojik krizin çözümünde bütünleşik yaklaşımların temel alınması gerektiğini bir kez daha hatırlatmaktadır.
Hükümet, "kyoto protokolünü" tartışırken, nükleer santral yatırımlarını, Cargill‘e tahsis edilen tarım alanlarını, yargı kararına rağmen çalıştırılan termik santralleri, yağmasının önünü açtığı ormanlarımızı, kıyılarımızı, yıllardır yatırım yapmadığı alt yapı hizmetlerini, plansız ve denetimsiz sanayileşmeyi, çarpık kentleşmeyi, susuz kentleri de gündemine almalı ve bir an önce çözüme kavuşturmalıdır. Tüm bu alanlarda uygulamaya dönük politika, hedef ve ilkelerin belirlenmesine yönelik çalışmalar yapılmalı ve bu çalışmalar hızla hayata geçirilmelidir.
Siyasileri ve karar vericileri bu noktada bir kez daha uyarıyoruz. "iklim"imizi de tüketim ve kar hırsına teslim etmelerine izin vermeyeceğimizi hatırlatıyoruz ve soruyoruz: İKLİMLER ÇOKTAN DEĞİŞTİ KYOTO PROTOKOLÜ NEYİ DEĞİŞTİRİR? Atmosfere salınan ve salınacak olan sera gazı emisyonlarının yerini mi?
TMMOB Çevre Mühendisleri Odası Yönetim Kurulu